2 Mayıs 2011 Pazartesi

YAŞAMIN ÖĞLEDEN SONRASI

“Yaşamın öğleden sonrasının da bir anlamı olmalı, bu dönem yalnızca yaşamın sabahının acınacak bir eki olarak kalmamalıdır”(x)

Kundaktan kefene uzun bir yola çıktık.

Kalabalık yerde doğduk. Önce anaokulu, sonra ilkokul, ardından yatılı okullar, askerlik, hastane, yurtlar, iş hayatı derken hep kalabalıkta yaşadık. Birbirimize ne kadar kızsak da, tartışsak da; kimi zaman o curcunalı günleri özledik. Yalnızlık da güzeldi ama iki kelime konuşup, dertleşmek yarıyordu insana kim ne derse desin. Yalnızlık da bir yere kadardı hem.


Çocuklar büyüdü, evlendiler, İşten ayrıldık. Kariyer derdi, kiminle evleneceğim çocuğum olacak mı, başka bir şehre mi taşınsam? Hepsi, hepsi bitti. Tam hayatın öğleden sonrasını yaşıyoruz. Acele edecek, strese girecek, peşinden koşturacağımız işler bitti. Emekli olduk. Hayatın keyfini çıkaracağız. Koşuşturmaktan şimdiye dek apartmanın önünde bir erik ağacı olduğunu bile fark etmemiştik. Yağmurlu havalarda trafikte ne yaparım derdi olmadan, elimize aldığımız bir bardak çayla yağmurun yağışını keyifle izleyebileceğiz. Düşen sarı bir yaprağı, miyavlayan bir kedinin gözlerini, arkadaşımızla ağır ağır ettiğimiz sohbet eşliğinde içtiğimiz kahvenin tadına saniye saniye varabileceğiz. İşte o zaman anlayacağız yaşamın koşturmasında fark edemediğimiz güzellikleri. Şimdi tam da zamanıydı kendimizle baş başa kalmanın, özgürlüğün, hayatı dibine kadar yaşamının.


Gençlik hep beklentiler ve hedefler silsilesidir. Birileri bizden bir şeyler bekler, biz birilerinden bir şeyler bekleriz. Koşarız, hayal kırıklığı yaşarız, heyecanlanırız, ümit ederiz, olmaz, umutsuzluğa kapılırız . Şimdi hayatımızın öğleden sonrasında beklenti kotamızın hepsini doldurmuş olarak, hayat gurmeliği yapmak için buradayız.

Şimdi bu öğleden sonrayı keyifle değerlendirmenin tam zamanı…

Kimisi; ailesi olmadığı, ilerleyen yıllarda kendisine bakacak kimsesi olmayacağı için buraya geldiğini söylüyor. Başka birisi “ böyle geçinmek çok daha kolay, evde yalnızsın, yemek yapmak zorundasın, etrafında konuşacak insan yok, yakıttı elektrikti derken uğraşmak çok zor oluyor. “ Burada evde harcayacağım paranın yarısına yemek yiyor, yatıyor ve ısınıyorum, üstelik arkadaşlarım var” diyor. Kimileri de kendi isteği dışında “öyle gerektiği için” getirilmiş. Ortak bir nokta var ortada” huzurevi daha güvenli”.

Olumsuz yanları var mı?

Tabi ki var. “ Kendinle baş başa kalamıyorsun” diyor S.Bey, “belki ağlayacaksın, belki kimseyle konuşmak istemeyeceksin, işte bu çok zor oluyor, kendine ait özgürlüğün olmuyor.”

“Kimimiz iki kişi kalıyoruz, kimimiz dört kişi. İki kişi olanlar şanslı tabi.”

Bazı huzurevi konuklarının evi de varmış, zaman zaman gidiyorlarmış, “Özgürüm, istersem gelip burada kalıyorum, istersem geziyorum,aylarca gelmiyorum, kimse karışmaz “ diyor. Onlar için sosyal bir hayat burası. Devletin onlara layık gördüğü 700 TL ile insanca yaşayabilmek için en uygun yer.

Açıkça söyleyeyim, arabaya binmeden önce zar zor yürüyen, iki büklüm insanlarla karşılaşacağımı düşünmüştüm. Kendimi ona göre hazırlamıştım. Ben gayet neşeli, konuşkan, bakımlı bu insanları görünce şaşırdım. O yüzden onlarla vakit nasıl geçti anlamadım. Beni bulunduğum çerçeveden çıkartıp başka bir yere yapıştırdılar. Onlar anlattıkça gözlerim onların gözüyle görmeye başladı bir süre.

İpek gibi saçlarınızın hiç beyazlamayacağını sanıyorsunuz değil mi? Ya da pırıl pırıl cildinizin hep öyle taze kalacağını .. Buruşmayacaksınız..Yaşlanmak size hep uzakta değil mi? Hiç uğramaz sandınız onu. Onların da kırmızı mini eteklerle, daracık kotlarla 34 beden olarak gezdiklerini; şu elinde bastonla zar zor yürüyen dedenin bir zamanlar ağaçlara tırmandığını, yüreğinin aşk ateşiyle yandığını hayal edemediniz değil mi?

Çok uzak sanıyorsunuz, biliyorum. Okulunuz bitecek, işe gireceksiniz, iş yerinde iyi bir yere geleyim, para kazanayım, paramla iyi bir araba alayım, ev alayım, hadi bir de yazlık alayım, evleneyim, çocuk yapayım telaşıyla ömrünüzü harcayacaksınız. Sonra her gün biraz daha çoğalacak beyaz saçlar; önceleri önemsemeyecek “amaan boşver” diyeceksiniz. Sonra bir sabah gülerken göz kenarındaki o derin çizgiyle karşılaşacaksınız, bir süre bakacaksınız, gülmek isteyecek ama gülünce yüzünüz kırışacak diye gülmeye çekineceksiniz. Çünkü hep pırıl pırıl saçlarla , saten gibi bir ciltle yaşamak istediniz. Hep orantılı, hep düzgün bir vücudunuz olsun istediniz. . .

Bir gün gelip fiziksel güzelliğin sadece ruhun bir örtüsü olduğunu, onun da bir gün toprağa karışıp çürüyeceğinin farkına varacaksınız ve işte o an; güzelliğin çok da önemli olmadığına karar vereceksiniz

Hiç bir güzellik kalıcı değildir onu ruhumuzla beslemezsek eğer.


Servet Hanım”la ilk karşılaşma anında “ben gençken gerçekten çok güzeldim, bir bakan bir daha bakar, dakikalarca bakardı “ derken ona inanmakta hiç zorluk çekmiyorum. Ses tonu, konuşurken kelimelerle oynaması, hiç teklemeden, hiç düşünmeden ezberlemiş gibi bir çırpıda anlattığı hayatını dinliyor ve kendimi oraya biryerlere oturtturuyorum, ben de yaşıyorum onun hayatını.

“Bana prenses muamelesi yaptı o” dedi. “Beni hiç bıkmadan, hiç doymadan sevdi”. Kim mi? Hayat arkadaşı, kocası. O kadar çok sevilmiş ki; bir daha başka birisiyle evlenip, bu büyük bu görkemli aşkı aldatmak istememiş,

“O vardı benim için sadece” dedi. “Hiç attan inip eşeğe binilir mi?. Bundan sonra ben kiminle tanışsam onun tırnağı bile olamayacaktı, biliyorum, O yüzden hayatımın kalanını da onun mezarına giderek, onunla konuşarak, onu içimden hiç çıkartmadan yaşadım, yaşıyorum…”


Çok başarılı bir doktor olan eşi, Servet hanımı, ziyaretine gittiği arkadaşının çalıştığı hastanede görmüş ilk. Ve hemen şu cümleyi söylemiş başhekime; “Kim bu? bu ne güzellik, nasıl birisi?, Ya bununla evlenirim ya hiç kimseyle”. Tabii bunu evlendikten sonra öğreniyor Servet hanım.

O zaman çok başarılı bir hemşire olan Servet Hanım, ailesinin çok köklü bir aile olması, ve kendi ailesi tarafından da uygun bulunması sebebiyle evlenme teklifini kabul etmiş. “İyi, olsun madem” demiş ( bunu kahkahalar atarak söylüyor.) “Nasıl yani, senin kalbin pır pır etmedi mi onu görünce?” dedim. “Ben kolay aşık olmam, o bana aşıktı, bu daha güzeldi “ diyor. (Evet Servet Hanım haklıydı belki, sevilmek daha güzeldi.)

“Gazinoya giderdik, Türk Sanat Müziği’ni çok severdi eşim. Sahneye en yakın masaya otururduk ama o mutlaka ve mutlaka arkasını sahneye, yüzünü bana dönerdi, neden biliyor musun? Eşi; “neden sahneye döneyim ki, ses arkamda, güzellik burada. Bu güzel sesi dinlerken, seni seyretmek bana çok zevk veriyor, en güzel manzara karşımda , ben neden sahneye döneyim ki” diyormuş.. Of of…

O kadar içten anlattı ki; bize böyle bir aşk nasip olmadı, olmaz da artık diye geçirdim içimden. (Hay Allah! Ağlama kızım şimdi, dakika bir. Herkes sana bakıyor, bak arkadan da fotoğraf çekiyorlar sanki.)

Otuz beş yaşında bir çocuğuyla dul kalmış. “Belki beni erken kaybedeceğini hissettiği için bu kadar çok sevdi “ diyor, ben de böyle düşünüyordum.

“Çok frapan giyinirdim, özel terzilerde diktirirdim kıyafetlerimi” diyor. İncecik topuklu ayakkabılar, ince çoraplarla, iki dirhem bir çekirdek, saçlar yapılı ve bol makyajlı gezerdim hep” diyor.

“Ben de bunu çok istiyorum ama.”..

“Ama şimdiki ortam böyle değil yavrum, eskiden İstanbul İstanbul’du, şimdi giysen dönüp bakarlar, rahatsız olursun.“Gitgide ilerliyoruz, gelişiyoruz desenize” diyorum. “Yaaa, sorma “diyor. Sohbetimizin bitmesine yakın;

“Lütfen Kadın kollarına katıl, siyasete karış biraz, ben kadınları siyasete çok yakıştırıyorum “ diyor ayrılmadan bana. (CHP Kadın koluna katılıyorum bir iki gün sonra)

Bu hikayeden çok etkilenmiş bir halde, başka bir hikaye arayışına giriyorum. Biliyorum ki anlatacak çok şeyleri var, öğrenecek çok şeyimiz var. Yemek masasındayken öyle güzel vakit geçiriyoruz ki, insanın karşılıksız çıkarsız karşısındaki insanın gözlerine bakabilmesi çok huzur verici.

Onlar hiç acele etmiyorlar, bir yere yetişmeye çalışmıyorlar ya, ben bu yüzden olgun insanlarla konuşmayı çok seviyorum. Her şeyden önemlisi: insanlardan sevgi dışında bir beklentileri yok. Zaman onlarla yavaşlıyor, dakikaları hissederek yaşıyorum.

Tam da olması gerektiği gibi aslında.

“BEN DERSİM”İ YABANCI ÜLKE SANMIŞTIM, GÜLME !


Hasan Kul, benimle tanışır tanışmaz, “biliyor musun ben 800 kişiye yemek yaptım Bolu’da, Ulus’ ta “ diyor. “Yıllarca çok çalıştım, hasta kardeşime baktım, onun kocasına baktım, sonra evi sattılar, ben de buraya geldim, N’apalım. Böyleyiz işte.

Eliyle ağzını kapatarak, kulağıma doğru eğiliyor, çok gizli bir şey söyleyecek diye düşünüyorum. “Ben aslında Tunceli’liyim, onun eski adı Dersim’di. Ben hep Dersim”i yabancı bir ülke sanmıştım küçükken” diyor. Gülünce de elinle ağzını kapatıyor kimseler duymasın gibi. , “Okuma yazma bilmem, bir de Alevi’yim ben diyor..”

“Sana bir şey söyleyeceğim bak” diyor omuzumdan dürterek “ ben bu sabah damat traşı oldum, mis gibi, benimle fotoğraf çektirir misin, şöyle ben başbakan gibi oturayım, bacak bacak üstüne atayım he olur mu, olur mu? Sen de bana biraz yaklaş ama yanlış anlama olur mu “ diyor. Senden rica ediyorum”

“Tabii ki olur” diyorum, bir fotoğraf karesine girmenin onun için ne kadar önemli olduğunu düşünerek gülümsüyorum. İki poz veriyorum onun için. Ama bunları mutlaka getir” diyor.

Önemli olan hayata yeni yıllar eklemek değil, yılları hayata eklemektir.

“NE OLUR YÜZÜM GÜZEL ÇIKSIN, GÜZEL ÇEK.”



Kumru teyze mi desem, nine mi, yoksa sadece Kumru mu, karar veremiyorum. Bir yanı beş yaşında çocuk sevinci, bir yanı çekilmiş sıkıntılardan yorulmuş yaşlı bir beden. Beyaz saçlar ona o kadar çok yakışmış ki,; saçlarımı boyamamaya karar veriyorum onun gibi güzel olacaksam .

Fotoğraf çektirmeyi çok seviyor bizim Kumru”muz. Kumru teyzemi alıp Doğa Tatil Köyü’nün bahçesinde fotoğraf çekmeye ve sohbet etmeye gidiyorum. Bazen baş örtüsünü çıkarıp poz veriyor, bazen de paltosunu ıslak çimlerin üstüne bırakıp, kırmızı kazağıyla objektife gülümsüyor. Karşımda hayatı seven, zevk almasını bilen bir Kumru Teyze var. Fotoğraf çektirmekten çok hoşlanıyor.



Tam o sırada yağmur hızlanıyor, bulunduğumuz yerden manzara mükemmel, Aşağıda yeni açmış bahar dalları, geçen yazdan beri dinlenmeye çekilmiş havuz, göldeki ördekler ve mükemmel bir sessizlik. Derin bir nefes alıyorum, “sen de çek içine” diyorum. Derin nefes alıyor ” çok güzel” diyor, tam bunu derken hıçkırarak ağlamaya başlıyor.” Allahım, sana çok şükür, yaşamak çok güzel, bana buraları gösterdiğin için sana şükürler olsun” diyor.” Ben yaşlandım diye üzülüyorum ama yaşlı olmasam buralara gelemeyecektim ki “ diyerek kendi kendine de teselli veriyor.. Beni de ağlatıyor, hay Allah. O kadar güzel, o kadar doğal ağlıyor ki; bu anı kaçırmak istemiyorum, gözlerimden akan yaşlarla basıyorum düğmeye. Yine de esprisini yapıyor ama.. “Bak, güzel çek “ diyor, “güzel çıkmazsam yırtacağım, sakın yüzüm buruşuk çıkmasın” “Aaa, aşkolsun, sen çok şekersin” dediğimde; “doğru söylüyorsun değil mi, alay etmiyorsun benimle” diyor.

Haddime mi?

Kumru teyzemin yüzünde gördüğüm yaşam enerjisi, hala renkli kıyafetler giymek istemesi, benim küpelerime hayran kalması, bir kadının/insanın ne kadar “benden geçti artık” dese de derinliklerinde “ aslında hiç bir şey geçmedi, sadece tenim buruştu, vücudum değişti ama ben hala güzel olmak, beğenilmek istiyorum “ düşüncesini ulaştırıyor bana. Sadece yavaşlıyoruz, durmuyoruz. Arada sırada takılıp, tekliyoruz ama durmuyoruz. Durursak yaşam bitiyor.

Yine geleceğim sana Kumru teyzem, kırmızı bir atkı ve kırmızı küpelerle hem de.))

SON BOMBAM da ;

“Facebook ve hotmail adresin var mı?”diyen teyzemizden geliyor. Kendisi seramik sanatçısı, beni sergisine davet ediyor. Ağzım açık kalınca,“Facebook kullanmıyorsan bu mailden bana ulaşabilirsin” diyor. “Bravo sana” diyorum, “bravo” “Ne yapalım eski arkadaşlarımı buluyorum oradan” diyor. Nasıl hoşuma gidiyor, nasıl…Ona sarılırken öbür taraftan Kumru Teyzem eliyle bana işaret ediyor, “başkalarıyla ilgileniyorsun , küstüm sana “ diyor. Ay çok şeker bunlar…

“Fotoğraflarımı getirmeyeceksin biliyorum, senden öncekiler de çektiler. Geleceğim geleceğim dediler, gelmediler” diyor küçük bir çocuk gibi. “Söz verdim ama söz verince gelirim” diyorum. ..

Vedaları sevmem. Veda zamanını mümkünse yaşamam. Kaçarım.. Ama bu sefer kaçmak mümkün değil..Onlar her yanımda. Sağımda solumda. Sürekli ilgi istiyorlar, sürekli konuşmak istiyorlar. Ben de yaşlanıyorum. Bunu engellemek mümkün değil. Yüzlerine hüzün düştü. Yağmur çıldırdı..Otobüsteki yerlerini i alıyorlar. Camdan yüzlerine bakıyorum. Doğa Tatil Köyü’nü çok sevdiler. Keşke daha güzel bir havada da gelsek diyorlar. Belli ki tam keyfini çıkaramadılar. Ama ben içimde benzerini tatmadığım duygularla dolu olarak arabaya biniyorum. Bir kaç hafta boyunca onlar aklımdan hiç çıkmıyor…Yine gidip göreceğim ben bu tatlı arkadaşlarımı…Beklerler beni, onları bekletmemem lazım….


(x): Carl Jung

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder