16 Ocak 2014 Perşembe

ÖLENE Mİ AĞLARSIN GELENE Mİ?


Bir düğünlerde bir de cenazelerde karşılaşılan olaylar vardır bizde. Arasan o kadar türde insanı bir arada bulamazsın.
Evde yas vardır, taziyeye gelenler sıradan bir görevi yerine getirmek için don paça gelmişlerdir. Kapıdan girer girmez ev sahibinin yüzüne bir bakışları vardır ki onların, ölmekten beter ederler seni, acını ikiye katlarlar. Hatta eğer gözlerin ağlamaktan şişmemişse seni kınar gibi bakarlar.  “Gördün mü karısını/kızını,  hiç ağlamadı vallahi. Gelenlere yemek dağıttı, sohbet etti, havadan sudan konuştu. Ne geniş insanlar var be, ben olsam  ortalığı yırtmıştım” derler.

Örtücü kişiler;  Ev sahibinin üzerinde kolsuz bir atlet, kısa kollu bir t-shirt, altında tayt ya da şort varsa örtücü teyzeler iş başındadır. Başına örtü atar, içeriden birinden yardım istemek suretiyle uzun bol bir etek ve gömlek verip  “Giy yavrum bunları, olmaz öyle, şimdi senin acın var. Gelen giden ne der hem “ deyip, sizi kapattıkça kapatırlar.

Evi derleyip düzeltenler ; Bu insanlar eğer ani bir ölümle karşılaşmış bir eve gitmişlerse dolapları, yatakları , mutfaktaki yemek masasını kontrol ederler. “Allah sabır versin kızım. Ne yapacan,  ölüm işte, hepimizin gideceği yer”  deyip,  bir yandan  sanki gece gündüz o evdeymiş yaşıyormuş gibi yatak odasına girip, eğer yataklar toplanmamışsa toplamaya, kıyafetleri katlamaya başlarlar.  Ya, dur! belki ben senin pijamalarımı, çoraplarımı görmeni, ellemeni istemiyorum. Yok öyle bir şey. Bir yandan hesapta acısını dile getirirken mutfak masasını toplar, “şu peynirler de bozulmasın, masa üstünde kalmış, “ diyerek konuşa konuşa iş yaparlar. Dolapta içki bira gibi şeyler varsa "yavrum,  at bunları çöpe, kimse görmesin. Ölü var bu evde, günah bunlar" diyerek  içkileri de çöpe attırırlar. O anda en önemli şey gerçekten o peynirlerin bozulması ve dolaptaki içkilerdir.
Bu kadınlar her taziye evinde bunu yapmayı görev bilerler. Kendilerini bu işe adamışlardır, evlerini bok götürse bile...


Bak bakalım kimler gelmiş; Bu tipler açık olan kapıdan başını uzatırlar, elinde evinden getirdikleri terlikleri vardır. Paat diye atarlar girişe. “Allah rahmet eylesiiinnn,” diye yüksek sesle yapılan girişin ardından yarı içinden yarı dışından dualar okuya okuya kalabalığa dikkatlice göz gezdirip, kimler gelmiş, kimler gelmemiş diye araştırmalarını yaparlar.  “Aaa,  Aysel hanım yok mu?” , derler mesela acılı ev sahibinin duyacağı şekilde. ( Hani senin kara gün dostundu,   bak uğramamış bile Ama ben ama ben,  bak hemen geldim, gelirken böreğimi de  ayranımı da getirdim.) diye varlıklarını belli etmek isterler.  

Destekçiler; Bu tiplerin aslında taziye evindekilerle pek bir samimiyeti yoktur. Sadece tanışıktırlar. Ama uzaktan bakan o ailenin çok yakın bir akrabası olduğunu zanneder. Ağlayan insanlara manevi destek verir, burnunu silmesi için peçete verir. Kolonyayla ellerine, başına masaj yapar, tuvalete götürür,  elini yüzünü yıkar.” Yavrum, ağlama , sen daha çok gençsin,  önünde uzun ömür var, sen güçlü ol ki, annene kardeşlerine destek olasın” diye saçlarını sıvazlarlar çatlak elleriyle. Acılı kişi de kadına bakar bakar, bir türlü hatırlayamaz. Bir yandan da  mutfaktan ayranlı börekli tatlılı bir tabak hazırlarlar. 'Ye yavrum, ye'  diye ağzına tıkıştırırlar. Bir lokma geçemez ki insanın boğazından acılıyken,  ama olsun  yemek lazımdır.

Neden geldiğinin farkında olmayanlar; Bunlar anneleri tarafından "hadi kalk kızım, bak Mürüvvet teyzenin kocası ölmüş. Baş sağlığına gidiyoruz" diye zorla getirilen çocuklardır.  “Anne yaaa, off, . Ne giyeceğim şimdi?” diye mızıldandıkça,  anneleri onları dürterek “hadi kızım , hadi,  geçir üstüne kotunu. Bak, Nermin teyzeler de geliyor hem” der. Nermin teyzenin de kendi yaşlarında bir kızı vardır. Hiç değilse onunla oyalanır. Bunu duyunca kabul eder ergen kız. Ama saçını başını toplamadan parfümünü sürmeden çıkmayacağı için dakikalarca oyalanıp annelerini çatlatırlar resmen. Düğüne mi ölüme mi gittiklerini hiç anlayamazsınız. Ev sahibi acıdan katım katım ağlarken bu ergen kızlar  film izler gibi izler onları. "Öğleden sonra denize gideceğiz, geç kalmayalım"  diye konuşurlar arkadaşlarıyla. Ya da akşam Tonguç”tan gelen bir mesajı birbirlerine göstererek kıkırdarlar. Hayat ne güzeldir o ergenlere.  

Her işi ben bilirim, çok zenginim, çok yardımseverim”ciler; Bunlar ölüm haberini alır almaz, hemen börekçilere giderler. Seri bir şekilde "abim oradan iki tepsi su böreği veriyorsun, iki kasa da ayran"  der, cebinden nakit olarak çıkardıkları tomarın içinden bir iki tanesini uzatıp, üzerini vermeye çalışan tezgahtara  "Kalsin hocam, ölmüşlerinin ruhuna gitsin" der. Heyecanla börekleri ayranları arabalarına yükletirler. Olay yerine gittiklerinde de mutlaka bir iki yardımcı bulurlar etraftan. "üçüncü kata çıkıyorsun hocam,  böyle gelin, masanın üstüne koyun ayranları, Yenge hanım buyrun, Allah rahmet eylesin" diye kendilerini bu işe acayip kaptırır, şovunu yaparlar.

Rahmetlinin tüm hayatını anlatanlar; Bu tiplerin de eşleri, akrabaları ölmüştür. Ölüm acısını tatmış insanlardır. Yüzünde -ben ne çektim, ah ah, kimleri toprağa verdim- ifadesi vardır. Onlar ölüm konusunda tecrübeli, deneyimli insanlardır. Acının ne kadar süreceğini ne zaman geçeceğini net olarak size bildirirler. Bir de" Hiç unutmam, Enver bey bizim bakkala gelmişti. Yağsız peynir istemişti. O gün parası çıkmamıştı da biz de ne olacak olur mu, biz burada komşuyuz" demiştik. Sonra ertesi sabah koşa koşa parayı getirmiş , defalarca özür dilemişti. Çok dürüst adamdı, çok. Etrafındakiler de destekler. " Çok dürüst insandı, çookk"  

Eş arayanlar; Şaşırmayın, öyle şey olur mu demeyin. Benim kaç tane tanıdığım mevlutlerde, dualarda, taziye evlerinde eş buldu. Böyle yerler tanışmak için bulunmaz fırsattır. Kafada başörtüler, siyah gözlükler olsa da "bu kim, tanıyor musun?"  diye soran birilerine çoğu zaman tanık olmuşumdur. hemen ardından cevap gelir " Aaaa,  o bildiğin koskoca banka müdürü,üstelik bekar, hiç evlenmemiş.".  Hımm.. Bu insanın yedisi var kırkı var,  senesi var, var da var. Yedisinde olmadı kırkında olur , o da olmadı evdeki mevlutte mutlaka yol kat edilir.

Yiyiciler; Bunlar taziye evinde ne çok yemek olduğunu  bilirler. Dualar okunur, herkes "Allah sabır versin " dileklerini ilettikten sonra “hadi buyurun, sofraya” derler. Bunlar genelde ailenin birinci derecede erkek akrabalarındandır ya da dini bütün adamlardan biridir.  Sofrada etlisinden sütlüsüne tatlısına kadar her şey var. Eşraftan hayli yoksul kişiler için bulunmaz nimettir ölü evleri. Bunların içinde durumu abartıp  ev sahibinin kızlarına ”yavrum,  bir kahve yapar mısın, şekersiz olsun” diyenler bile vardır ki söylenecek sözümün kalmadığı andır. Şaşırmayın şaşırmayın. Nerden mi biliyorum. Kendimden tabii ki., kendimden.

Acıyı kahkaya çevirenler; Görev yerine getirilmiştir. Gelenler bir bir dönmeye başlar.  Evden gruplar halinde çıkanlar olur. Evi en yakında olan kişi  "Gelin,  bir kahve içelim bizde” diye arkadaşlarını evine davet eder. Evine girer girmez  “Ohh be”  diyerek  başörtüsünü atar. Bir iki acı söz söylenir. “Yazık oldu ya”, “ gitti işte” diye. Sonra “yaaa, bir şey soracağım” der birisi. “O kapının  kenarında elinde tespihle oturan beyaz başörtülü kadın kimdi? Ya o kadın ne kadar komik ağlıyordu. Baktıkça gülesim geldi. Gülüyor sandım ilk önce”
 Öbür kişi de “ay,  sorma ya, başörtümü ağzıma soktum, gülmemek için” der.
“Off o değil de,  bize sımsıkı sarılan kadın köydeki teyzesiydi galiba, acayip kokuyordu”  der.  Ötekiler de kıkır kıkır “pöfff,  fark ettim ya.”
Bütün akrabalarını gördük. Çok elitim, sosyeteyim diye gezerdi ortalarda. Bir tane tipi düzgün adama rastlamadım ben “diyerek günü yarılarlar.





13 Ocak 2014 Pazartesi

BİR KIZIM OLSAYDI











Bir kızım olsaydı. Adı önemli değil, ama en çok Melek adı yakışırdı ona.


Sabah uyandığında ördekli pijamalarının bir paçası dizlerine kadar sıyrılmış olsaydı. Karnı da uyurken açılmış olsaydı.  Sıcacık olsaydı, fırından taze çıkmış ekmekler gibi. Güzel koksaydı.
Saçları biraz dalgalı olsaydı, sabah yüzüne gözüne dolaşmış olsaydı, bir de dudakları çıksaydı ortaya; Dolgun, pembe dudakları. Yanakları pespembe olsaydı bir de masumiyetinden. Ona sıcacık sarılsaydım; kimsenin sarılamayacağı, kimseye sarılamayacağım kadar içten; sahiplenircesine.
Ben onu seyrederken  annesinin yanına geldiğini hissetseydi. Kocaman gözlerini açıp, yarım yamalak konuşmaya başlasaydı uyku mahmurluğu olmadan. Tükürükleri dudaklarından yüzüme saçılsaydı. Rüyasını anlatsaydı sabahları kalın ve kısık çıkan sesiyle. Anlatırken de beyaz tombul elleriyle yüzümü gözümü okşasaydı dünyadaki en güzel kadın onun annesiymiş gibi.
Yüzümdeki makyajı görüp, “Annee, yine mi işe gidiyorsun ?”
“Evet ama akşama geleceğim”
Deseydim.
“Yaaaaa”, deyip,  şımarıkça üzülseydi.  “Ama gitmeee, her gün işe gidiyorsun, ben seni özlüyorum “ deseydi.
Özlem lafını duyunca gözlerim dolsaydı. Onun gözlerinde hiçbir aşkta kaybolmadığım  kadar kaybolsaydım. Kendimi göremediğimde, anlayamadığımda işte o gözlere bakıp,  kime ve neye benzediğimi anlayabilseydim. Kendimi izleseydim onun gözlerinde; kendi küçük kopyamı. Tam göremediğim bir türlü çözemediğim  kendimi sonunda onun gözlerinde bulsaydım.
Ben evden çıkınca pencereye koşup, dalgalı saçlarını  savura savura bana el sallasaydı. Tombik parmaklarını dudaklarına götürüp öpücük verseydi.
Hafta sonları sahilde tek başıma yürüyüş yapacağıma, onun ellerinden tutup, minik minik taşları denize fırlatsaydık. Kedilere yemek verseydik,
O da
“Annneee , kediyi tutabilir miyim?”  deseydi.  O çok istiyor diye sevmesine izin verseydim.
Yol boyunca konuşsaydı saçma sapan,  aklına geleni her şeyi. (tıpkı benim gibi.) Kimi zaman onu dinlemeden “hı hıı” deseydim  ben de.
Sonra karnı acıksaydı. Masada sigara paketimin yerine onun için dilimlediğim elma ve muz olsaydı küçük bir kapta. Minicik ağzında  dakikalarca yavaş yavaş yemesini izleseydim.  Bir yandan sandalyenin üstünde neşeyle bacaklarını sallasaydı, açık sarı bir külotlu çorabı olsaydı o gün üzerinde.  Martı geçseydi üstümüzden, biraz güneş açsaydı. Ve ben onunla olduğum için çok ama çok başka olsaydım.
İstediğim zaman istediğim kadar öpseydim onu. Başkalarının çocuklarını öptüğüm gibi ürkek, utangaç olmadan. Isırsaydım baldırlarını,  başkalarının çocuklarına anneleri kızar diye yapamadığım zamanlara inat.
Koklasaydım onu,  hiç kimseye hesap verme duygusu olmadan; bu  benim , istediğim kadar koklarım edasıyla.
Sonra küçük bir parka gitseydik. Benim kitap okuduğum ve çocuklarını salıncakta sallayan anneleri , kaydıraktan heyecanla kayan çocukları özlemle izlediğim parka. Kimi zaman annelerin  “Kızım! oraya oturma üzerin çamurlanacak, 
Oğluuuum! çıkma yükseğe, düşersin” diye söylendikleri ve benim “ bunlar da anne olmuş, bir ben olamamışım işte”  diyerek hayıflandığım parka.
Ben kızımı  salıncakta istediğim kadar sallasaydım; istediği kadar,  hiç sıkılmadan. Çünkü o çok benim. Çok sevdiğim.Çok taptığım minik varlık.
Eve gidelim mi dediğimde, “ Anneee, n”olur biraz dahaaa”  dediğinde,  parmakları soğuktan kıpkırmızı olsa da  sırf çok istiyor diye, oyunu yarım kalmasın diye, -çünkü  oyunları yarım kalan çocuklar hiç büyüyemezler- “tamam,  biraz daha”  deseydim.








Sonra çocuk kıyafeti satan mağazalara girseydim onunla.” Ne çok geçtim bu mağazanın önünden kızım , biliyor musun”  deseydim . Nasıl olsa  bir çocuğum olacak, alayım bir kenarda dursun” deyip, rengarenk tulumlar aldığım mağazaya bu sefer gururla ve mutlulukla o'nunla girseydim.  Kimi zaman hamile kimi zaman yeni doğum yapmış kadınlar  yanlarında eşleriyle beraber gelirlerdi bu mağazaya. Bense tek başıma gezerdim. İçerisi bebek kokardı; saflık, temizlik kokardı. Kasaya giderdim bir iki parça alıp. Kasiyer sorardı” hediye mi” diye.   “Hayır, kızıma”  derdim  gururla. Evde kimse görmesin diye bir kenarda saklardım onları ama bunları kızıma asla anlatmazdım. Sonra şımarık olur.

Bir gün  kızımın memeleri çıksaydı,  benim sütyenlerimi giymeye çalışsaydı. Sonra bana ilk aşkını anlatsaydı, anlatırken onda kendimi görseydim. Tıpkı benim gibi heyecanlı, coşkulu, tutkulu bir kız olsaydı. Uzun ince parmaklarıyla kendi odasında kemanını çalsaydı ve ben onu içerideki odadan ağlayarak dinleseydim. Sonra o benim gözlerimi kıpkırmızı görünce “anne,  bir şey mi oldu?”  deseydi . “ Yok canım, soğan doğradım, senin en sevdiğin yemekten yaparken”  deseydim.
Deseydim,  keşke deseydim, diyebilseydim
Ah kızım, sen olsaydın ben hiç böyle yarım, böyle melankolik ,böyle yalnız böyle sevgisiz olmayacaktım.
Yanlış kişilere hiç sarılmayacaktım. İçimdeki bu sevgi açlığını, sevilme tutkusunu  hak etmeyen insanlara hiç vermeyecektim, Senin kokunu çok farklı yerlerde aramayacaktım. Seni öperken doğru mu yapıyorum acaba, demeyecektim.
Doğmadın ki  kızım,
Doğa ma dın ki,
Benim kollarımı hiç dolduramadın ki.