22 Aralık 2009 Salı

AĞLATMAYIN ŞU ÇOCUKLARI


Küçük çocuğun eline ver İstiklal Marşını. Ezberlet on kıtasını. Ses tahlilini de yap. Sal kürsüye okusun, ağlasın. Ağla yavrum ağla. Daha satırların, kelimelerin anlamını öğrenmeden, ezbere dayalı sistemin en güzel örneğini sergiliyor ergen kızımız ekranda.

Ne kadar ağlarsan, ne kadar yırtınırsan o kadar çok alkış, sonra oldun mu “en güzel şiir okuyan kız”.Hıh! tamamdır yavrum. Sen şimdi İstanbul”un en ağlak, en yırtıcı sesinle İstiklal Marşını en güzel okuyan kızısın. Birincisin yavrum.

“İyi bir şey mi bu öğretmenim?”

“Kesinlikle yavrum.

Bu kız çocuğu acaba “ Şuheda fışkıracak toprağı sıksan şuheda “ dizelerindeki kelimelerin anlamını biliyor mu ? ve gerçekten bu dizelerin hangi şartlarda, hangi duygularla yazıldığını biliyor mu ? Bilemez ki... Küçücük çocuk bunun gerçekten ne anlattığını bilemez. Yaşla birlikte gelişir bazı duygular. Benim yaşımda olup da İstiklal Marşındaki kelimelerin anlamını, şiddetini ,vurgusunu kaç kişi doğru biliyor da bu kız çocuğu bilecek? Hem de ezbere yönelik bu sistemde?

Bir yarışmadır gidiyor. Hangi kanalı açsam elleri tir tir titreyen, gözlerinden yaşlar akan çocuklar. Sonra da “ ben o kızdan daha çok ağladım daha çok bağırdım, neden o birinci oldu yaa” diye tekrar bir ağlama krizi...

Vatan, istiklal, millet sevgisi böyle aşılanmaz. Bağırarak değil, düşünerek , mücadele ederek, okuyarak kazanılır vatan sevgisi . Bunu onlara en iyi öğretecek kişi de öğretmenleri. Ben ağlayan çocuk görmek istemiyorum artık kusura bakmayın ergen kızlar. Siz sevgili öğretmenler, lütfen şu çocukların psikolojisini bozmayın.

18 Aralık 2009 Cuma

SİYAH BEYAZ FOTOĞRAFLI YILLAR



Elvan içelim bir oh diyelim
Elvan içelim elvaaaannnn”


Siyah beyaz fotoğrafı görünce bu şarkı geldi aklıma. Eski komşumuz uğramıştı dün, çok sevineceğimizi düşündüğü eski bir fotoğraf bulmuş taşınırken. Odama gidip sarıldım fotoğrafa.İçimin daraldığı şu günlerde bundan daha güzel bir hediye olabilir miydi benim için?.

Uzun otların içinde, elde örülmüş pembe elbisemle ben, diğer yanda en naif halleriyle klasik mahalle komşularımız, annem , kız kardeşlerim....
Elimdeki kumandayı bıraktım, gözlerimi kapattım........
Elvan gazozu hatırladınız değil mi?...
Nostalji denen akımı ucu ucuna yakalayan seksenli yılların çocukları!. Ne mutlu ki bana, artık benim de bir nostaljim var çocuklarıma anlatacak.
Hep “uşak” olsam da çok sevmiştim ben , uzun otlu tarlaların içinde oynadığımız” kral ve kraliçelik oyunu”nu. Alt kattaki Hayriye teyzenin kızı Meltem kraliçe olur, mahallenin büyük ağabeyi Ünal da kral olurdu.Bana; etrafı gıcır gıcır yapmam için bir süpürge tutuştururlardı, güneş batana kadar, kan ter içinde süpürürdüm yerleri. Büyük bir onurdu benim için,oyunda rol almak. Yalvarırdı mahallenin çocukları oyunda bir rol almak için, ama ukala ablayla, ağabeyimiz nazlanırlardı. O arsa benim çocukluğumun son tanığıydı.

Akşam olmak bilmeyen uzun yaz günlerinde, kapımızın önünde yaptığımız pikniklerimiz vardı bir de. Annelerimiz günlük sohbetlerini yaparken, biz de Allah ne verdiyse topladığımız nevalelerle yemek yiyip eğlenirdik. Bu oyunlar akşam hava kararıncaya, babalar eve gelinceye kadar sürerdi. Sıkı yönetimli bir evimiz vardı. Baba kapıdan girmeden biz sofraya oturmuş olmalıydık. Karanlık demek; çocukların işkence saatlerinin başlaması demekti, yarım kalan oyunlar, son anda küsüşmeler, bu akşam üstlerinin vazgeçilmezleriydi.

Şimdi yine o arsadan toplayıp , anneme verdiğimiz pisipisi otlarının kokusu geldi burnuma..Yaşam kokusu, masumiyetin kokusu, henüz çıkar ilişkileriyle tanışmamış ergenliğin kokusu, çarpık çurpuk yazılarla yazılmış “ seni seviyorum” lu mektuplardaki tükenmez kalem kokusu...Derin derin içime çekiyorum.Yok mu zaman makinası?
Hani ikibinlerde icat edilecekti?. Bizi kandırmışlar demek....

Hayriye Teyze bizlere yer sofrası kurardı, dizilirdik sofranın etrafına, dizlerimize de sofra bezini çekerdik. Kızardı Hayriye teyze yere ekmek kırıntısı dökmemize. Ekmeğin üstüne sanayağı , onun üstüne de reçel sürerdi, Yanında da su bardağına konmuş çaylarımızı içerdik. Ne kadar da lezzetliydi...
Kum Kum, Heidi, Musti hep Hayriye teyzelerdeki televizyondan seyredilirdi. Biz de yoktu o zamanlar..
Heidi’nin kırmızı yanaklarından, siyah saçlı şirin halinden eser yok şimdiki çizgi filmlerde. Heidi bize, süt içmeyi, peynir yapmayı, büyüklerimizi sevmeyi, saymayı ve ot yatakta dahi yatsa mutlu olmayı öğretti. O saatlerde mahalledeki hiç bir çocuktan ses çıkmazdı. Diziler biter bitmez, şimdi hala kulağımda çınlayan çocuk sesler doldururdu mahalleyi.
Üç kız kardeş olduğumuz için şanslıydık biz, mahallede kavga çıksa hep korurduk birbirimizi. Annemin bize diktiği bezden “ Halime” tarzlı bebeklerimiz vardı.Üçümüz sırayla oynardık. Üç kardeş, hurda arabaların durduğu arsada bir arabanın içine girer, yere çömelir ve kağıttan, bezden yarattığımız kahramanlarla mahalle çocuklarına tiyatro yapardık. Aldığımız alkışlar en büyük ödülümüz olurdu.

Ben sıska olduğum için, yakan toplarda ortadaki sıçan olurdum hep. Vurulmam çok kolay olurdu. Ablamın bitmek bilmeyen, hayvanları kesip inceleme isteği, benim “Burda” dergisinde gördüğüm modellerden kendime kıyafetler diktirmek hevesi annemi bunaltırdı bazen.

Bunaldığım günlerden biriydi. Sıkı yönetimci babam bizi terkedeli üç dört ay oluyordu. Anılarımın geçtiği eski mahalleme gidip, o evi görmek isteği doldu içime birden. Annemle birlikte apar topar çıktık evden. Kalbim; ilk aşkıyla buluşmaya giden bir kızınki gibi atıyordu. Sarı boyalı , iki katlı, kocaman zannettiğim o bahçeli ev, ne kadar da küçüktü şimdi. “Aaaa anne dedim , bahçeyi herhalde küçültmüşler. “ Hayır yavrum aynı “ dedi annem. Ama biz o bahçede kaç tur koşardık da bir türlü bitmezdi.O kadar mı küçükmüşüm ben anne?
Bizim evi, çocuklu bir aile almış .
“Biz eskiden burada oturuyorduk eski evimize bakmaya geldik”
dedik kadına. Kadın evin dağınıklığından utanarak “buyurun” dedi..Hiç önemli değildi ki, biz sadece masumiyetimizi, babam kokan, koşuşturduğumuz evimizi özlemiştik.
- Şu köşe; sobada bacağımı yaktığım yer anne bak !
- Evet kızım.
- Sarı divan örtülerimiz, kardeşlerimle paylaştığım odam, çorba yapmaya çalıştığım mutfak, hepsi oradaydı.Bize hoşgeldin diyordu. Ama o benim bıraktığım ev değildi ki... Renkleri solmuştu evin.Bahçede hiç çiçek yoktu. Annem olsaydı orada, hiç bırakmazdı bahçeyi böyle.

Burnumda özlemlerden kocaman bir sızıyla , içimizi çekerek arabaya bindik. Hep onun kullanmasına alışık olduğumuz arabada, babam da yoktu artık. Biz sadece bu şirin evimizi değil, bize bu anıları yaşatan babamızı da kaybetmiştik. Çocukluğumu, renkli günlerimi, gerçek bir aile yaşantısını da bıraktık o evde giderken.

Ertesi gün telefon çaldı, eski komşularımızdan biri Hayriye Teyze’nin öldüğünü söyledi. Fındıklı pastaları, her sene ördüğü rengarenk atkılarıyla, reçelli ekmekleriyle terk etmişti artık beni. Hepsi ,hepsi gitmişti. Artık ne fotoğrafta, ne de herhangi bir yerden izleyebileceğim anılarım kalmıştı. Son olarak Hayriye Teyze onları alıp götürmüştü.
Anneme Hayriye Teyze'nin öldüğünü haber verip, sessizce ağlamak için odama döndüm.
Şimdi elimde bir tek kumandam kalmıştı. Düğmesine bastığımda hayatı zaplayabileceğım.....