27 Ocak 2013 Pazar

BİR ARKADAŞIM VARDI








80'lerin buram buram kokan arabeskliği paçalarından taşıyordu. Almanya’dan Türkiye'ye gelen diğer işçi ailelerinin tüm özellikleri ona da sinmişti.  Eksiği yok,  fazlası vardı. Sıkıcı geçen yaz aylarındaki tek eğlencem onun gelişiydi. Ağustos'un tam onunda gelirlerdi; Sarı mercedesle. Plakası hâlâ aklımda. Tarih hiç şaşmazdı ve tam üç hafta kalırlardı.

Onun sayesinde öğrendim İbrahim Tatlıses'in tüm ciğer çatlatan şarkılarını. O şarkılar üstüne nasıl da otururdu Serap''ın. Saçlarını savura savura şarkılara eşlik edişi, evin her yanına sinmiş çamaşır yumuşatıcısı kokusu, kıyafetleri, cümleleri , her şeyi  bana 80'lerin en canlı anısı.

Hayatımda önemli yeri olan ilginç insanlardan biriydi Serap. Yerinde duramazdı –ama gerçekten duramazdı- onu otururken hiç görmedim; Ya sürekli yerleri siler süpürür  ya da her an önemli bir iş çıkacakmış gibi mutfağın  bir köşesinde tedirgin beklerdi. (Annesi apartmandaki misafirleri çağırır,  çok matah bir şeymiş gibi Almanya'dan getirdiği  meyve sularından ikram ederdi. Onların mutfağında asla kirli bir şey olamazdı)

Mavi Göl'ü seyretmiştim o yıl ve Serap Brooke Shields”e inanılmayacak derecede benziyordu. Ağustos'un onunda geleceğini bilen tek ben değildim. Mahallenin hormonları ayyuka çıkan delikanlıları apartmanımızın tam karşısındaki duvara oturuyor ve sabaha kadar bira içiyorlardı. Babam önceleri bize kızmıştı. 'Biz toplamıyoruz onları , baba'  demiştik bir erkek çocuğundan farkımız olmayan ablam ve ben.

Bir gece bakkala indiğimde bütün gözlerin Serap'ın balkonunu dikizlediğini  fark ettim. Ne oldu ki acaba deyip, balkonuna doğru baktım. Serap'ın balkonu bizimkinin tam yanındaydı. Balkonu yıkıyordu Serap. İçeride bangır bangır İbrahim Tatlıses çalıyordu,  o ise hızlı hareketlerle balkonu yıkıyordu. Eğilip kalktıkça üzerindeki şeffaf , açık mavi elbiseden içi olduğu gibi gözüküyordu. Taze memeleri, biçimli vücudu duvarda oturmuş erkekler için doyumsuz bir manzaraydı. Şaşırdım önce,  bu da neee,  dedim. Ona söylediğimde” çok sıcaklıyorum, ne yapabilirim ki" dedi.

Ona baktıkça  ruhsal sorunun ne olduğunu anlayamıyordum. Daha önce rastladığım bir kişilik değildi. Ama o bana fazla bir şey anlatmıyordu. Arabeskle aram hiç iyi değildi ama yalvara yakara İbrahim Tatlıses'in kasetini arkalı önlü dinletmeyi başarmıştı. Şımarık, bazen de yapmacık ama ona özgü konuşmasıyla.
 “Güzeellll,  değil miiii, güzeeeel, değil miiii? Beğendin, değil miiiii, Tatlımmmm” derdi. 
Hı, hı derdim,  onu kırmamak için.

Babamdan gizli adaya kaçtığımız günlerin akşamı yüzümüzü una bulayıp, gezinirdik evde. Baba da salak ya hiç anlamayacak ...
Sonra Serap gelirdi  o gecelerde bize; balkonda sabaha kadar oturur ve gün ışırken uykuya dalardık. O, kolay kolay uyumazdı; sürekli hareket halindeydi ve sürekli âşıktı. Mahallemizdeki delikanlılardan birine aşık olmuştu ama ailesi onu akrabalarından biriyle evlendirmek istiyordu.  Bense sadece dinliyordum, ona verecek aklım yoktu.
Aşık olduğu çocuk  bütün gece minibüsünün  içinde  Ümit Besen'le İbrahim Tatlıses''i  avaz avaz bağırttırarak içiyordu. 
Ben on yedisindeydim,  o,  on sekizinde. Ben büyümeye çalışıyordum,  o kendince çoktan büyümüştü.
“Bizim arkadaşlığımız hiç bitmeyecek, değil mi, tatlııımm' diyordu lacivert gözlerini gözlerime dikerek.
"Bitmeyecek,  diyordum "  ben de.
Bitmeyecek dediklerim hep ilk önce bitenlerdi.

Aradan uzun zaman geçti.  Türkiye'ye döndü Serap. Aşık olduğu adamla ailesini karşısına alarak evlendi, çocuğu oldu. Artık aynı apartmanda değildik.  Bir gün onu bir markette gördüm. 'Ben burada çalışıyorum" dedi. Günde neredeyse on saat için komik bir para alıyordu. Ailesi evlatlıktan ret etmişti. O da geçinmeye çalışıyormuş. 'Bana iş bul, ne olur'  dedi. 'Çok yoruluyorum burada'
'Tamam, bakarım'  dedim.
Aradan bir hafta geçmedi belki de. Sıcak bir Ağustos ayıydı. İşten oflaya poflaya dönmüştüm. Kapıyı kardeşim açtı. Yüzü donuk ve ruhsuzdu. Salona attım kendimi. Babam oturuyordu. Normalde bu saatlerde evde olmazdı; suskundular.  Gözlerine baktım ikisinin de soru  soran bir ifadeyle.
“Şey” dedi,  kardeşim. “Serap balkondan düşmüş de, O'na üzüldük”
 “Aaaaa”  dedim. “Nasıl ya, ne düşmesi, ne zaman?”  
“İyileşir, o” dedim sonra,  “Aslan gibi kızdır, o.” Kötü bir cümle duymak istemediğimde hep böyle yaparım. Babam da onun babasıyla çok yakın arkadaştı. Bana acıyan gözlerle bakıyordu. Üzüleceğimi seziyor, bu haberi vermek istemiyordu. Ve bunun utancını o anda yüzünden okuyordum. "Şey" dedi,  ellerini birbirine dolayıp, çözüyordu. 
“Öğleden sonra” dedi. “Cenazesi öğleden sonra”....

Cenazesi..
Cenazesi..

Düştüğünde elinde sigarası ve çakmağı varmış. Gece yarısıymış. Ya atlamış, ya itilmiş, ya ayağı kaymış. Belli değilmiş.
Ama o daha çok gençti, böyle bitmezdi. 
Onun kısacık hikayesi buydu. Ama bendeki hikayesi çok uzundu her gün yeniden başlayan. Ergenlikten genç kızlığa geçmeye çalıştığım senelerde yanımda o vardı. Kavga etmiştik, ortak bir zevkimiz yoktu ama arkadaştık,  be! ”  O, bana Almanya'dan bebekler , parfümler getiren , saçları çiçek kokulu,  gözleri okyanus mavili kızdı.
Çekmecemde fotoğrafı saklı,  bir de on yedi yaşımdayken bana yazdığı mektupları. Küçük bir yer tuttuğunu sanmayın, içimde çocukluğumdan kalan koca bir yaradır o.