10 Ağustos 2011 Çarşamba

SELİM...


Fena terk edilmiştim. Şuursuz  bir şekilde çantamı hazırlayıp, kafamı dinleyeceğimi düşündüğüm Ayvalık taraflarında güzel bir adaya biletimi almıştım.Yolculuk ağlaya zırlaya geçti ...
Bitmişti..Onunla her yere gitmeyi göze aldığım, sevdiğim, tutkuyla bağlandığım adam, başka bir sevgiye yelken açmış, kıçıma fena bir tekme atmıştı. İstanbul'da kalmak, onun izleri olan her yerden uzaklaşmak, kaçmak istiyordum.
Kendime kalacak bir yer bakınmaktan yoruldum, Temmuz güneşi tepemde , kavurmuştu beni.
Biraz soluklanmak için Ege”ye özgü şirin kafelerden birine attım kendimi. Of, pof derken hemen yanıma geldi, “Bir bardak su vereyim mi?”
Uzun boylu bir genç , nasıl zayıf,  nasıl zayıf ... kollarındaki etlerle kemikler ayrılmış, dökülüyor sanki. Alın kemiği dışarı fırlamış, adem elması fırladı fırlayacak. Gözleri o zayıf , kemikli suratında iki kocaman ampul... Bir başka bakıyor gözleri bu çocuğun. İçine içine insanın, ardımda bir şeyler görmek ister gibi; “beni gör” ya da” ben de buradayım, bak” der gibi..tuhaf..adlandıramadım bir türlü ...

Bana uzattığı buz gibi suyu içtim. Gölge güzel gelmişti, düşen tansiyonum normale dönmüştü.
“Ayran da yapayım isterseniz” dedi. Bunu bir garson edasıyla değil: bir arkadaş, candan bir arkadaş gibi sormuştu. İkisi arasındaki farkı kim olsa anlar.

Arkasından baktım; üzerindeki pantolon düştü düşecek, hani neredeyse ardından” dur, sen yorulma, ben alırım” demek geldi.

Uzun ,kemikli elleriyle buruşmuş sigara paketini uzattı bana,
“İçer misin?”
Elleri titriyordu , gözüm takıldı. Göz göze geldik, aldım bir tane. Arada bir içerim sigarayı;canım sıkıldığında, keyiflendiğimde, kahve ve rakıyla beraber. Uzattığı eli geri çeviremedim, aldım bir tane.
“Yeni mi geldiniz?”
“Evet, kalacak yer bakıyordum"
“Bak, şu mavi boyalı evi görüyor musun?  güzel bir pansiyondur,  kalanlar memnun. Sanırım boş yeri de var, tanıdıktır. Hemen gidip bakayım istersen”
“Yok, yok. biraz dinleneyim, gider bakarım ” dedim. Bu kadar yardımsever oluşundan kuşkulanmıştım açıkçası.
Tost yaptı bana, çay içtik. Gazetemi okurken, “İstanbul”dan mısın? Dedi.
“Evet, ne yazık ki”...dedim. Gülümserken eğri büğrü, sigaradan sararmış, bir kısmı dökülmüş dişlerine baktım gayri ihtiyarı.

O İzmir”liymiş. Bir süredir buradaymış. “Gece  ikiye üçe kadar çalışıyorum, sonra da  burada yatıyorum” dedi , içerideki küçücük yeri göstererek...

Pansiyona yerleştim sonunda. Denize giden yol  onun çalıştığı kafenin önünden geçiyordu. Benim denize gidiş saatlerimi biliyor, kafenin ön kapısında dikiliyordu. Sabahları “ gel, çay içelim , yeni demledim, sigara da var” diyordu. Gözümün içine öyle ince ince bakıyordu ki; onu kıramıyor, bir iki saat oturuyor, öyle gidiyordum denize. Elindeki sigara hiç sönmüyor ve sürekli demli çay içiyordu Selim.

Ben de” çok sigara içiyorsun, hadi biraz kahvaltı edelim, yemek ye,” diye baskı yapıyordum. O her seferinde “boş veeerrr” diyordu. Günde neredeyse bir öğün bile yemek yemiyordu. Sigara, çay, sigara, çay...

Bir sabah” Hadi, sen de gel , denize gidelim"  dedim. "Yok,  sevmiyorum denizi, canım istemiyor artık. Bu kadar gelir giderim bir kere girmedim” dedi.
“ Allah Allah! ne ilgin, ben de sudan çıkmayı sevmem" dedim.
Okuduğum kitaba bakıp yorumlar yaptı. Sevdiği kitaplardan , şairlerden bahsetti. Arada bir satır aralarında bana küçük, güzel şeyler söylüyordu. “Makyaj yapmıyorsun, ne güzel, çok doğal duruyorsun vs vs..”

Gitmeme bir gün kalmıştı. “Mailini ver, dönünce yazışırız.  dedim. “Yok, mail kullanmıyorum. Telefonum var, mesaj  atmayı da sevmem. Benimle iletişim kurmak istiyorsan, mektup yaz “ dedi.
Güldüm, hoşuma gitmişti. Mektup yazmayı çok severdim zaten ama artık yazacak kimsem yoktu ki...

“Yarın gidiyorum” dedim. Yüzü donuklaştı, sustu, gözlerini yere doğru çevirdi. Yüzümde salak bir gülümsemeyle kaldım. Sustu, sustu...

“Gitmesen” dedi, “bir iki gün daha kalsan keşke sana alıştım, her sabah seni beklerken mutlu oluyordum”

“Çok isterim ama maalesef işe başlayacağım “ dedim.

Bir sigara bir sigara daha yaktı. Kızdım en sonunda. “Yeter artık ya, yemek de yemiyorsun , kendini neden böyle zehirliyorsun, bak hastalanacaksın” dedim

Bu sefer yüzünde hep bildiğim o sevgi dolu ifade sertleşti. Ağzını açtı, dudakları titredi. Gözleri büyüdü. Eyvah dedim kötü bir cümle geliyor. Ama toparladı kendini. Biraz daha yumuşattı yüzünü , korktuğumu, şaşırdığımı hissetmiş olacak.
“Biliyor musun?” dedi. “Ben yıllarca hapis yattım. Suçluluğum ispatlanmadan hem de. Üniversitedeyken eylemde yakalandım. Bir çok suçu üstüme yıktılar. Hemen her türlü işkenceyi gördüm, kaburgalarımı kırdılar, şimdi ciğerlerimde sorun var ve hiç iyileşmeyeceğim. En yakın arkadaşımla kaçarken,  ben paçayı kurtarmıştım ilk seferinde ama onun beyninin parçaları on metre ötemdeydi. O orada kaldı, ben hapiste. Anlıyor musun neden yemek yemediğimi?  İsyan bu benim için. Bu kadar olay yaşanmışken, oturup da zevk içinde yemek yiyemiyorum.  Şimdi zayıf olsam ne olacak, şişman olsam ne olacak, sen ne söylüyorsun bana “

Kendimden öyle nefret ettim ki o an. Salaksın kızım sen dedim. Kocaman bir salaksın. Biliyordum Selim”in ilginç bir hikayesi olduğunu ama anlatmasını beklemiştim.

Tekrar uzaklara daldı gözleri: benim darmadağın  olmuş yüzüme bakıp, söylediğinden biraz mahcup,” bir çay söyleyeyim sana” dedi. Dudaklarım titreye titreye , yüzüm şişene kadar ağladım o tahta masanın başında. Ağladık..."Ben de anlatacağım" dedim," benim de var anlatacaklarım  Selim , ama şu anda değil "...

Tekrar gitsem oraya onu bulacağımı biliyorum. Oradadır...gündüzleri çay, sigara, geceleri de o sıcak, karanlık odada uyuyordur ya da uyumaya çalışıyordur...
Bu sabah ona benzeyen bir çocuk gördüm yolda da aklıma geldi ...(Çocuk dediğime bakmayın siz, eskiden kalma bir alışkanlık. Otuz üç, otuz dört yaşlarındaydı Selim.)