28 Mart 2013 Perşembe

ELİF ŞAFAK BANA MAİL ATTI.

Elif Şafak bana mail atmış geçen gün.

“Betty hanım, tesadüfen rastladım kitabınıza. Tahmin edersiniz ki şoke oldum. Benim kitabın kapağına kendi fotoğrafınızı yapıştırıp, kitap ismini ve yazarını da değiştirip , aşağıdaki şekliyle basına sızdırmışsınız. Sizinle görüşüp, tanışmak, niyetinizi anlamak isterim “ diye.
















“Aaa, tabii Elif hanım, tabii gelirim, “ne olursan ol, gel” demez misiniz siz de” dedim. Tazminat davası açar, beni tutuklatır filan diye korkudan ‘Ama Elif hanım, baksanıza, daha güzel yakışmamış mı bana? Nasıl da cevval cevval gülmüşüm” deyip, kötü niyetim olmadığını anlatmaya çalıştım. Mailimi atmadan önce on sekiz kere filan okudum.
Dünyanın en zor işlerinden birisi,  önemli bir mail attıktan sonra o mailin cevabını beklemektir. Benim gibi yumurta kırarken bile ne zaman pişecek diye sabırsızlanan birisi için, ne kadar zor olduğunu varın, siz tahmin edin.

Saç tellerim titriyordu, bir kısmı yukarı kalkıp kalkıp, tekrar yerine oturuyordu. Göbeğim durup dururken atıyordu, vücudumun titremesine engel olamıyordum. Mail canlanıp, üzerime gelecekti sanki.

“Nerede buluşalım , sizin için ne zaman uygun?” dedi.” Malum, çok yoğun birisiniz.’

“Aaaa, Elif hanım, hiç olur mu? Siz genelde Londra’dasınız, değil mi?  Vizem de var, isterseniz oraya gelirim. Hyde Park’ta çiçekler açmıştır, ne güzel olmuştur, konuşuruz’ dediysem de dinletemedim.

‘Dışarıda buluşmak istemiyorum” dedi. Sizi görürler, fake haberler yaparlar, üzülürsünüz Betty hanım, ünlü olmanın zorluklarını bilirim. En iyisi siz bana gelin” dedi.

Neeeee, Evine mi? Elif Şafağın hem de...Bunu bir tweet atarak herkesle paylaşmak istedim ama Elif hanım bundan hoşlanmaz diye bu büyük sırrın aramızda kalmasına karar verdim. .

Acil alışveriş yapmam lazımdı. Siyah uzun kollu gömlek, iyi kumaştan siyah bol bir pantolon, siyah makosen ayakkabı ve tabii çok kaliteli bir çift çorap. Son zamanlarda at gibi tırnaklarım yüzünden bütün çoraplarımın sağ baş parmağı delikti.

Para umurumda değildi. Çok elit insanların gittiği bir mağazaya gittim. "Önemli bir devlet büyüğünle görüşmem var, bana lütfen çok kaliteli kumaşlardan yapılmış,  şunları şunları verin” dedim. Caddede yürürken yürüyüşümün Elif Şafak gibi olduğunu fark ettim.(Onu yürürken hiç görmemiştim, hep otururken görmüştüm ama herhalde öyle yürürdü o da.)

O gün geldi, çattı. Kıyafetlerimi giydim. Saçımı fönlememe rağmen , kuaföre gitmemiş havası versin diye enseden bol bir atkuyruğu yaptım. Şakaklarımdan çıkmış arsız bir tutamı, çıkık elmacık kemiklerime doğru uzattım. Gözlerime çok hafif kalem çektim, mat pembe bir ruj sürdüm. Mevlana figürlü kolyemi taktım. Zengin komşumuz Ayfer hanımdan yalvar yakar pırlanta küpelerini istedim, ırım kırım etti ama Elif Şafak deyince, verdi. “Ama mutlaka benim adımı ver, ona çok selam söyle, “ dedi.

Altı parmağımda da yüzük vardır, bu açıdan revizyona ihtiyaç duymadım yüzükler konusunda. Mistik ve buğulu bir bakış denemesi yaptım aynada. Araba farı gözlerimi açmadan konuşmam lazımdı. Dikkat ettim, entelektüel insanlar gözlerini açarak konuşmuyorlar ; gözler kısık oluyor, kelimeleri yavaş yavaş söylüyorlar, tane tane. Aynada bir iki konuşma denemesi  yaptıktan sonra, yola koyuldum. Dolmuşun dolmasını bekleyecek sabrım yoktu. Taksiye atladım.

“Elif Şafağa” dedim. Taksici,” Pardon, anlamadım” dedi.
“Haa, Ay , pardon!  Göktürk”e gideceğiz” dedim. “İkinci köprüden”
Çantama Osmanlıca bir kitap attım. Elimde de “Harname” vardı. İnsanlara bağıra bağıra “Elif Şafak”a gidiyorum, naabeeer” diye bağırasım vardı.
Benimle ne konuşacaktı acaba? Kızacak mıydı onun kitabının kapağını çalıp, arsız isimler uydurdum diye. Belki de ortak bir kitap yazalım diyecekti. Belki de ben onun olmak isteyip, gizlemek zorunda kaldığı kişiliğiydim. Ya da kapaktaki fotoğrafımı çok beğenmiş, gizli gizli gülüyordu yazdıklarıma. Belki de yanına gidince ellerini birbirine vurup, omuzumu iteleyerek “Ay, bettycim! senin bloğu okurken güüüül güüüül, öldük Eyüp'le diyecek hali yok ya. Elif Şafak,  lan bu! Öyle istediği zaman gülemez, kalp yapamaz, kahkaha atamaz. Erkeklerle ilgili yorumlarıma “Al, benden de o kadar “ diyemez. Ne kadar sıkıcı düşünsene. Ay, ay...

Neyse,  verilen adrese gittim. Bahçede uzun, beyaz elbiseler giymiş iki adam karşıladı beni. Etrafta hiç ses yok. Bahçe nasıl sükut, nasıl dingin. Elif elif uzandım kapıya;  lal oldum, mey oldum, biraz da yok oldum.

Gömlek huzursuz etmeye başlamıştı;  orasından burasından çekiştirirken sofistike havamı bozmamaya çalışıyordum. Makosen ayakkabıları biraz büyük almışım o heyecanla,  ayağımdan çıkıyorlar. Kendimi resmen o kapaktaki adam-kadın gibi hissediyordum.

“Buradan buyrun” dedi, beyaz giymiş adamlardan biri. Kendi etrafında döne döne kapıya kadar getirdi beni. Göz göze gelmemeye çalışarak, “Elif hanım,  sizi sofada bekliyor” dedi Elif hanımın oturduğu yeri işaret ederek.

Vücudum istem dışı bir ileri bir geri atıyordu, stresten hıçkırıp basmıştı, idrar torbam patlamak üzereydi. Biraz zorlansam oraya işeyiverecektim, Ahşap merdivenlerden yukarı çıkarken derinden derinden tasavvuf müziği geliyordu. Ev tütsü kokuyordu...

İşte! Orada duruyordu! Gördüm! Tüm ihtişamıyla!

Bağdaş kurmuş, otururken nasıl da naif görünüyordu. Sanki o muhteşem kurgularıyla o kitapları o yazmamış gibi akince sıradan bir kadın gibi oturuyordu. Hayır, tabii sıradan değildi.  Üzerinde lacivert hint işi kıyafet vardı. Saçı ensesinde toplanmış , yeşil gözleri bir zümrüt gibi uzaktan gözlerimi deliyor, derinden derinden gülümsüyordu.Gülümserken sağ yanağındaki gamze belirginleşiyordu.
Ya bu bir komploysa, ya birazdan adamlar gelip, “ sen utanmıyor musun, o kitaba o başlığı atmaya” derlerse diye ödüm kopuyor, ahşap merdivenlerden yamularak çıkıyordum.
“Hoşgeldin, dost” Dedi, elini uzatarak,

Uzun, ince parmakları avucumdan bir tüy gibi geçti, gitti. (Allah'ım!  Elif Şafağın o harika cümleleri yazan ellerini tutmuştum)
İnsanmış o da ,
elleri varmış ,
gerçekmiş, normal el yani.
On parmağı varmış.
Ne sıcak ne soğukmuş elleri.

Yüzükleri yüzüklerimle çarpıştı. “Tak!” sesi odada çınladı. Ne kadar da benziyorduk birbirimize , Ya Rabbim ! Sanki birbirimize benzemek için yaratılmıştık! (Tuhaf oldu bu cümle galiba.)

Yerde büyük bakır bir sini vardı. Elif hanım,  kocaman fincanından usul usul bitki karışımı bir şey içiyor, yumuşak hareketlerle siniye geri bırakıyordu. O anda aklıma bir gün önceden onun için aktarlarda hazırlattığım yeşil çay karışımı geldi. Elimi çantama uzattım, en azından bir şeylerle meşgul olmak zorundaydım. “Elif hanım, size yeşil çay getirdim” dedim. Tam o sırada çantamdaki Aşık Paşa'nın  Garib-Nağmesi'nin ucu çıktı. Başını yan çevirip,  kitabın adını okumaya çalıştı. Gördükleri onun yüzünü gülümsetti. Yeşil gözleri bir zümrüt oldu, odayı aydınlattı. Şimdi beni kendine yakın hissettiğini biliyordum. Bu kitap orjinaldi ve Türkiye”de iki kişide vardı. Biri Elif Şafak”taydı...
“Munise hanım, Betty hanıma da yeşil çay getir” dedi. Bol zencefilli olsun.
“Zahmet olmasın” dedim.
“Betty dost ! Nükteli ve barışçıl bir insana benziyorsun. Bazı yazılarını okudum. Eyüp'e de okutturdum. Beğendik aslında. Neden yazıyorsun? “ Dedi.

“Yalnızlığımı bastırmak için, beni bir tek kelimeler dinliyor,  çünkü"  dedim.
“Hımm. Güzel söz, yarın bunu twitterda paylaşayım" dedi.
"Kaynak belirterek, tabii" dedim.

“Yaaa,  twitter r dediniz de aklıma geldi, Beni takibe almışsınız Elif hanım ama inanın,  dönüp sizi follow edecek vakti bulamadım"
Gülümsedi, "hiç önemli değil" dedi.

“Her ne kadar popülizme karşı olsam da insan bazen böyle basit, sıradan şeyleri okuyup, gülmek istiyor işte” dedi.

Sıradan olduğumu biliyorum ama şimdi böyle pat diye söyleyince , bir karınca gibi hissettim kendimi, ehehe..

“ Siz de haklısınız” dedim. (Ne deseydim, hepimiz popülistiz aslında, ( mı)  deseydim)
“Zaten çıkardığın kitabın kapağından da ne kadar nükteli bir insan olduğun anlaşılıyor” dedi.
“Güzel müzik “ dedim, konuyu dağıtmak için.

Onaylar anlamında başını salladı. "Mesnevi ney" dedi.

“Elif hanım, şey diyecektim ben de tam” ...

İnce zarif parmaklarını dudağına götürdü, o kadar ince o kadar narindi ki, meleğin yeryüzünde bir sureti olsa adı olsa bu parmaklar olurdu ancak. “Şşşşt” dedi. “Sözümü kesme. Dinlemek bir lütuftur, Siz sanırım dinlemeyi değil konuşmayı seviyorsunuz. Ne der mevlana,...

Dedi, (yanaklarım, aşk kitabının kapağındaki renge dönmüştü.)

“Duyduğuma göre yazılarında 4 ya da 2 nokta kullanıyormuşsun 3 nokta yerine”

“Evet, kuralları sevmiyorum Elif hanım” dedim. Yoksa tabii ki imla kurallarına hakimim(Nah!)

“Elif hanım, Kürt Türk meselesi üze...”

“Şişş” diyor, yine. “Ayrımcı olma! Barışın olması kadar onu korumak da önemli” diyor.

Tam büyük bir huşu içinde kendimi neyin büyülü sesine kaptırmışken, içeriden itişe kakışa, bağıra çağıra Emi'rle Şehrazat geldi.

“Anne yaaa, Sünger Bop'u vermiyor bana. Neden ona aldın da bana da almadın?  Akşama babamla konuşmamız lazım bu konuyu. “Of , ya anne, hep kitap okuyorsun, hep bu sıkıcı şarkıyı dinliyorsun, bahçemizdeki şu beyazlı adamları ne zaman kovacaksın?" diye şikayetlendi Emir.

“Ne süngeri, ne Bop'u yavrum, Ben sizi televizyondan bu kadar uzak tutmuşken, siz nereden duyuyorsunuz böyle şeyleri? Size iki çanak iki çubuk verdim,  sadece bunlarla oynamanızı istiyorum. Sizi siyah sütlerle besledim,  yine de  istediğim gibi olmadınız" diye şikayetlendi , Elif Hanım.

“Anne yaaa, ne siyah sütü, yavvv. Ne diyorsun,  bir şey anlamadım.” dedi Emir.

“Babamı aradım,  o da toplantıdaydı. "Annene söyleyin, sizi AVM'lerden birine götürsün. Hamburgerle kola yedirsin“ dedi. Hep sizi siyah sütle beslediği için böyle yapıyorsunuz"  diye bağırdı bana" diye ağladı Şehrazad. Birden o uhrevi evden çıkıp,  sanki bir AVM'de outletten bir şeyler bakıyormuşum gibi geldi.
Elif Hanım  onların kaba etlerini bana çaktırmadan mıncıklayıp,  sıkıştırdıktan sonra, odalarına kitleme cezası verdi.

“Yapmayın, onlar çocuk” filan dediysem de beni dinlemedi.

Ev yine eski huzura büründüğünde, çayımdan koca bir yudum aldım, Elif hanımın gözlerine bakarken “glup “ sesi çıktı boğazımdan, bir daha, bir daha. Utandım. Çayın ikinci yudumu ağzımda kalmış, utancımdan yutamıyordum, Çocuklar bağırsa da tekrar şu güzelim çayı içsem diye dua ettim.

“Neyse Betty hanım,  şu kapak meselesine gelirsek, sizin nükteli yanınızdan kaynaklandığını düşünüyorum. Belli ki içinize kötülük tohumu kaçmamış, belli ki çocuk saflığınız hala devam etmekte. Barış yanlısı, insan canlısı, saf bir insansınız. Bana her gün yüzlerce mail geliyor, Elif hanım nasıl görmezsiniz bu kadını, sizinle resmen dalga geçmiş, cezasını verin, kendine gelsin, sizin üstünüzden reklam yapıyor,  diye,  ama ben insanları bu şekilde cezalandırmayı uygun bulmuyorum” dedi.

Evet, sözleri üzerimde hançer etkisi yaratmış, beni üçüncü gözümden göbek çakramın olduğu noktaya kadar ikiye bölmüştü oysa ki ben  bir kitap yazmayı teklif edecek diye heyecanlanmıştım.

“Çok özür dilerim ama canım çok sıkılmıştı o gün. Sizi çok seviyorum, her gün fotoğrafınıza bakıp, o masum yüzünüzdeki gizemi çözmeye, sizin gibi başarılı ve güçlü olmaya çalışıyorum. İnanın size gıpta ediyorum ben de diğer 1,122,304 takipçiniz gibi “

Dedim. Gülümsedi o zaman. Kolunu omuzuma dokundurdu. “Dert etme” dedi. “Hepimiz gelip geçiciyiz. Dert etme, güzel dost” dedi.

Allah”ım dudakları nasıl da güzel kıvrılıyordu. Onda olup bende olmayan neydi?  O da kadındı ben de. O da insandı, ben de. Onu da bir anne doğurmuştu, beni de...

Ağzının içine hayran hayran bakarken, beyaz giymiş adamlar döne döne merdivenlerden yukarıya çıkıp, gitme vakti geldiğini hatırlattılar. Elif hanım ayağa kalktı, “ Ne yazarsan yaz, yine yaz, yine gel” dedi.

Gözlerimden yaşlar oluk oluk akıyordu. Mevlana figürlü kolyem ıslanmıştı. Kocaman yüzüklerimin yüzümü çizmesine aldırmadan, göz yaşlarımı sildim. Elini bir kez daha tuttum; sıcacık  ve tüy gibiydi, hayal gibiydi, uçuyordu elleri.

Kapıyı kapatıp cadde boyu ilerlediğimde karşıdan Elif Şafağın AŞK kitabını elinde taşıyan iki genç kız geçti. Gülümsedim onlara,  ama onlar beni görmedi. Naber kızlar, Elif Şafak'tan geliyorum, hehehe" diyesim geldi ama vazgeçtim.

Elif Şafak muhtemelen akşam yemeği için Osmanlı Kebabı sipariş ediyordu şimdi, Eyüp de birazdan gelir herhalde.

Böyle işte...






22 Mart 2013 Cuma

"ŞİŞŞTT...ONUR BEN, ONUR"



O yılbaşı değişiklik yapıp, on iki de uyumaya karar verdim. Birkaç arkadaş davet etmiş ancak "ne işim var partide bu yaştan sonra" deyip,  reddetmiştim. Sabah erken kalkacak, yürüyüşe çıkacak ve kimselerin olmadığı(ben ve başka yaşlı insanlar hariç) İstanbul sokaklarının tadını çıkaracaktım.
İş yerinde benden on on beş yaş küçük arkadaşlarım var. Bunlardan biri de o gece yeni tanıştığı kız arkadaşıyla bir barda kutlama yapacaktı; hatta beni de davet etmişti. ‘Yok, mok, gidin siz,  eğlenin gençsiniz”  demiş ve misler gibi yatağıma yatıp,  güzel bir uykuya dalmıştım. Telefonun sesiyle uyandım, sarhoşun biri numaraları karıştırdı herhalde diyerek,  o bas sesime biraz da uykulu ve heyecanlı tonu da karıştırarak “Aloggghh” dedim.
Fonda rüzgar, araba kornaları, gülüşen , anıran insan seslerinin olduğu bir yerden aranıyordum. Adımı sessizce dile getiren bir erkek sesiydi karşımdaki.










“Naber?’

(İyi valla,  ne olsun, uykumun en derin yerindeydim.  Günlük güneşlik bir İbiza adasında denize girmek üzereydim ki sen aradın.)
TekrarAloghhh” diyen ben.

Off, canım çok sıkkın, be”( bu saatte insanın canı nasıl sıkkın olabilir.....)
Pardon,  sesi alamadım, kimsiniz?
“Ben Onur, Onur”
O aralar benden on beş yaş büyük Onur adında bir adamla yemeğe  çıkıyoruz, flörtleşiyoruz filan. Ancak ne  numara ne de ses ona ait değil

“Hangi Onur?”  dedim,
“Ya,  ben iş yerinden , finanstan Onur.”
“(Hay Allah! Raporlarda bir hata mı yaptım acaba da aradı ), bizim Arzu”nun bızdık kuzeni Onur bu.
“Onur! hayrola, iyi misin, ne oldu ?”

Dedim, gerçekten şaşırmış bir durumda.

Kötüyüm. çok kötüyüm  dedi karşımdaki genç adam. Kaza geçirdi herhalde, kaza geçirse de neden beni arasın ki.)

 O gece beraber çıktığı kız saat bir gibi "beni evden çağırdılar, annem rahatsızlanmış" diyerek ayrılmış, cebi de kapalıymış. Onur o akşam ailesine eve gelmeyeceğini söylediği için telefon da edememiş,  kapı kilitliymiş, açamamış.

“Eee,ben ne yapabilirim senin için?”  dedim.

İzin verirsen, evin bir köşesine kıvrılıp, uyuyabilir miyim?, Çok üşüdüm, gidecek yerim de yok”  dedi karşımdaki zavallı genç adam.
Hay Allah,evde annem var. Erkek kardeşim diğer odada. Onlara söylemeden içkili bir adamı eve nasıl alayım şimdi ben. Sokakta da bırakmaya gönlüm razı olmuyor;  dışarı zehir soğuk.
Dur biraz , müsaade et , kafamı toparlayayım”  dedim. Beş dakika sonra istemeden de olsa” hadi gel, ama sabah erkenden git “ dedim.
Üzerimde en sevdiğim kardan adamlı pijamalarımla, uykusu bölünmüş  kadınların asabi haliyle kapıyı açtım; Onur’dan önce alkol kokusu girdi eve. Duvarlar, odalar, üstüm her yer içki kokuyordu. Odamı işaret ederek “Gir içeri,  yat hemen,  sakın ses çıkarma” dedim çok bilmiş edamla. Ben de  salondaki kanepeye doğru yol aldım.
“Dur,  tuvalete gideyim”  dedi.

Eee,  adam içmiş tabii, çiş bu,  durur mu. Yavaş yavaş tuvalete doğru götürdüm onu, kapısında bekledim. Nasıl korkuyorum birisi görecek diye. İşeme işlemi bittikten sonra odama soktum onu, kapısını da kapadım, ben de salonu gittim. Üzerime kabanımı alıp, koltuğa uzandım. Uyku bölündü tabii, keyfim kaçtı, Camları açtım içki kokusu çıksın diye ama ne mümkün. Onur içeride nefes aldıkça eve içki kokusu akın ediyordu. Temizliği de bir gün önce yapmıştık. Neyse cam açık uyumak zorunda kaldım, başka çarem yoktu.

Hey Allah’ım!  Millet sevgilisini alsın koynuna, üstelik o kadar kısa zamanda bir de terk edilsin ve ben de bu ilişkinin en mağdur durumundaki insan olayım...
Saat dörde geliyordu. En sonunda uykuya dalmışım. En ufak bir harekette bile uyanan biri olduğum için hiç zorlanmadım kapı sesini duymakta. bu sorun değildi, asıl sorun ikinci kapının sesini duymamdaydı. Felaket geliyorum demişti. Yerimden zıplayarak neler olduğunu öğrenmeye çalıştım. Tuvalet salonun tam karşısında, salonun kapısı yok.

Annemin odası tuvaletin yanındaki oda.
Onur tuvaletin kapısında

Karşısında bir kadın! (annem! )

Aralarında küçük milka çikolatası  uzunluğunda mesafe

Ben kardan adamlı pijamalarımla ayakta

Annem üzerinde pijamaları, onun üzerinde yeleği, yeleğin üstünde pembe bir kuşak bağlamış, 

Başında bembeyaz örtü, elinde kuran Onur’la bakışıyorlar

Ağzından çıkan son derece sessiz , mantıklı bir “Siz kimsiniz?” sorusuyla annemi o an her zamankinden daha çok seviyorum, böyle bir anda eve gelen hırsıza (ki öyle düşünmüş ilk önce)"siz " diye hitap ediyor. Ben olsam ciyak ciyak bağırır, balkona çıkar,  bakkala saldığım sepetin içine oturur ve hızla  aşağıya salardım kendimi.
Onur hafif yalpalar vaziyette işaret parmağı dudaklarında.

“Şiişşşttt.” Diyor anneme. "Onur ben, Onur!"  (Onur’a ne kadar kızsam da mantıklı bir hareket yaptığı için onu da sonradan takdir ediyorum)
Annem sonradan öğrendiğime göre şunları düşünmüş o  bir kaç saniye içinde. Bu kızın bahsettiği Onur kerli ferli adamdı. Bu çocuk küçük.

İşyerinden arkadaşıyım,  onun”  diyor anneme

Suratımda “Anne,  bana istediğini yap, istediğini de, seni korkuttum, ama ben de arada kaldım beee, yapacak bir şeyim yoktu, ayrıca boku yedik ” bakışı

Ve Onur’açabuk,  evine git, orada işe emri.

Anneye sabahın beşinde  durumu anlat;  böyle böyle oldu, de. Annenin gönlünü almaya çalış,
Annemin ondan korkuşu , Onur’un annemin o görüntüsünden korkuşu.
Neyse,  sonra barıştık annemle, Onurla da. Onur beni aradığında şöyle diyor artıkŞişşştt.Ben Onur, Onur”

11 Mart 2013 Pazartesi

İKİ KİŞİ SEVİŞECEK DİYE NE BU TANTANA


Düşmanım olan varsa ve bana işkence çektirmek istiyorsa ona yardımcı olabilirim. Beni düğüne davet etsin!

Yanlışlıkla düğün davetiyesi alacağım ve katılmak zorunda kalacağım diye ödüm kopuyor. Fobilerim arasında (sanki çok azlarmış gibi) bir de “Düğün fobisi “ bulunur. Masanın üstüne konulmuş “Evleniyoruz, mutluyuz” yazısı geçen o beyaz kartonu gördüğüm an ciğerlerim yere dökülüyormuş gibi bir acı hissederim.

“Gitmek zorunda mıyız ?”

“Kesinlikle” anlamında başını aşağı yukarı sallar.

“Ben gelmesem?” derim, yalvararak, gözlerimi pörtleterek, o

Çenesini “Asla!, gebertirim””şeklinde yukarı kaldırır ve çene orada kalır.

Anladım, gidilecek.

Ve mide sancısı başlar bende. O gün bir iş çıksa da gitmesem diye fırsat kollarım. “Kaç saat sürer? Kaçta kalkmamız lazım?” gibi daha önce defalarca sorulmuş soruları sormaya devam ederim.

Anne “kurtuluşun yok, biliyorsun” babında bakar.
Tüm mazeret bulma çabalarım sonuçsuz kalır ve” o gün” gelir. Hiç sevmediğim zoraki süslenme faslı bittiğinde yıllar önce dondurulup, az önce uyanmış edasıyla beklerim. Annemin “dik dur, surat asma, zorla gittiğini belli etme bari bu kadar,  insanlara tip tip bakma, onun bunun kıyafetiyle, oynamasıyla alay etme!  Burun kıvırma! Kadınlar seni öpünce suratını ekşitme.Pöf, möf deme. Emlakçının düğününde bakkalın karısının gülüşünü taklit etmiştin de , kadın görmüştü; rezil olmuştum. Bu sefer kendine çeki düzen ver” cümleleriyle evden çıkarız.
Annemle diyaloglarım böyleydi düğün öncesi. Davetiye geldikten sonra yaşanılanlar yıllarca böyle sürdü bizim evde.





VE O AN GELİR.
İşte, orada!  Düğün salonu tüm haşmetiyle durmakta.

Salonun girişinde illa ki ucuz takım elbiseli, yaz ise(beyaz ayakkabılı) saçları yana taranmış, bıyıklı adamlar olur. Birbirlerini iteleyerek gülüşür, sigara içer, düğüne gelen hatunları süzerler. Genelde o düğünle ilgileri yoktur. Kim kimle evleniyor bazıları bilmez bile. Dekor olarak durur o adamlar.

Haddinden fazla şaaşalı kapıdan girdikten sonra, salonun ortasında illa ki şuursuzcu dönen parlak bir top beni bekler. Yerler cilalanmış gibidir, düşmeyeyim diye parmak uçlarımda yürürüm. Birkaç kez salona düşerek girmişliğim vardır.

Salon, silme mahalle insanıyla dolmuştur. Sağ köşede yılların bakkalı, onun yanında saçları bir türlü beyazlamayan altmış yaşlarındaki manav, bakkalın  koca memeli karısı. Hepsi ama hepsi mutlu görünüyor. Düğünlerde böyle bir duruş vardır; “Mutlu insan duruşu”. Herkese binbeşyüz gülümseme hakkı verilmiş, alın bugün kullanın denmiş gibi gülümserler o gün. Hayır, gelinle damat akşam sevişecekler diye ben neden gülümsemek zorundayım, ben mi sevişeceğim, altınlar bana mı gelecek?”

İşte, beni gördüler tüm misafirler, gülümsüyorlar. Sanki ilk defa görüyorlar. Daha dün balkondan paspas silkelerken çemkiriyordu bana kadın. Düğündeyiz diye barışacak halim yok ya. En çirkin gülümsememi bu kadın için kullanıyorum. Sonra geçiyorum sandalyeme.  Bir o şaşı gözlü çocukla tanıştırdıklarında  çok sıkılmıştım, bir de düğünlerde.
Mümkün olan en uzak masaya doğru sessizce ilerlerken, annem kaslı kollarımdan mıncıklayarak beni orta yakınlıkta bir yere oturtur. İsteksiz adımlarımla sandalyeye oturduğumda reflüm azmaya, midem ekşimeye, gözlerim araba farına dönmeye başlar. Fonda hayatı güzel kılmaya yönelik, zorlama müzik abandıkça abanır trombositlerime ...Üç dakikada bir saate bakarım. O mutlu insanlar gibi olmak isterim.

Beline kırmızı kurdelayı takmış gelin kız da görünür sonunda. Şu suratındaki salak gülümsemenin sebebi Birazdan altınları toplayacak olması değilse, ben de şu tavandaki yaldızlı top olayım.Yine gitti bir çeyrek. Hiç tanımadığım insanlar sevişecek diye altın takmak da nesi. Boşanırlarsa geri verirler mi o altınları acaba bana. Yaa , içim gidiyor resmen, içim!

1998 den beri bordo kaplı defterimde kime ne taktıysak yazıyor. Paraları ve hediyeleri yazmadım. 55 çeyrek, 15 cumhuriyet. Evlenmediğime en çok bunun için üzülüyorum. Ne yapacaklar acaba benim çeyrekle? Koltuk takımı taksidini öderler, ya da şu siyah ayakkabılı, beyaz çoraplı sevimsiz damada ipek pijama filan alırlar. Ayyyy.. ne bileyim, resmen acıyor içim, gitti paralarım, emeklerim...

Aha! Davul zurna da başladı. Allah”ım dimağımı koru. Davul çalmadan oynayan insanlar vardır, davul çalınca oynayanları zaten saymıyorum. Bir insan bir davul tıngırtısına karşı bu kadar mı kıvrak tepki verir, şaşarım. Onunkiyle benim ki aynı iç değil mi, O neden bu kadar mutlu?

Düğünün ikinci çeyreği

Bebeler masaya yatırılıp, altları değiştirilmeye bu dakikalarda başlar. Salonda koşuşturup, çelenkten çiçek çalmaya çalışan çocukların anneleri “Kör olasıca, otur oturduğun yerde” diye tokatlarken, diğer tarafta lüleli saçlarını attıra attıra oynayan kadının kocası kaş göz işaretleriyle "fazla oynadın, otur yerine” bakışı attırır. Kadın da geri bildirim olarak omuzlarını  yukarı doğru kaldırıp, indirerek çekip “bana ne, bana ne , oynayacağım işte” der. Adam tekrar “akşama görürsün” babında dudaklarını sıkar, bırakır.
Düğünün 2.çeyreği;

Lekelenmiş siyah pantolonu,  neredeyse kahve rengine dönmüş beyaz gömleğiyle garson görünür. Karton bardaklara  doldurulmuş limonataları bir iki parmağını da sokarak, az önce çocuğun altının değiştirildiği koordinatlara fırlatmak suretiyle bırakır.Yanındaki yamağa 'koy şuraya lan" tarzında fırça atarak, plastik tabaklara konmuş, pastanelerin -yazıktır, çöpe gitmesin -mantığıyla bir kenara ayırdığı, ağzına attığında yağı damağına yapışan 3 tane kuru pasta servisi yaptırır. Mutlaka eksiktir limonatalar. Mutlaka biri "garsoonn, benim limonatam yok" diye uyarır. Garson isteksizce gelip gider masa aralarında.

Ülserim azar, başım hafif döner, elim ayağım buz keser tam o dakikalarda. Hayat bu kadar acımasız olmamalı, hayır, olmamalı iç seslerimle tavandaki top gibi dönmeye başlarım. Annem “Bayıldın bayılacaksın, gülsün u  yüzün. biraz” diye dirsek atar. Bir saat böyle geçer. ve takı anı anons edilir edilmez elimdeki çeyreği neredeyse koşarak takmaya giderim.Gelinle damadı birazdan oradan kurtulacak olmanın derin hazzıyla tebrik ettikten sonra, kaynananın "mahallede kasım kasım kasılmasını, lüks arabalardan havalı havalı inmesini biliyon, tak bakalım ne takacaksın, görelim"  bakışıyla, iğneyi gelinliğe geçiririm. O düğünde ilk kez ve son kez  “biraz yanaşın, lütfen” diyerek şekilden şekile giren fotoğrafçıya gülümserim.Ve bu mutlu düğün fotoğrafında öyle güzel öyle güzel çıkarım ki, gören düğünün en çok gerdan kıran kadını olarak beni seçer. “Anne, bu son olsun, lütfen!” derim salondan çıkarken. Ve koskoca yarım günü tarihe gömmenin derin hüznüyle, "Ohhh!"  diye salarım içimde hapsettiğim oksijeni.

Yakmak,Kıymak,kesmek.  Baksanıza hep acı, hep kan! İki kişi sevişecek diye onca tantana niye.





8 Mart 2013 Cuma

SERBEST MESLEK ERKEĞİ VE OFİS ERKEĞİ



Kendi işini yapanlar iki gruba ayrılır. Tesisatçı, tornacı , ticaretle uğraşanlar ve şirketi olanlar.
Eskiden “kendi işim var” deyince benim aklıma hırdavatçılar, bakkal, manav, mobilyacı ya da marangozlar gelirdi.

Ama şimdi öyle mi? Herkes bir şirket kuruyor, herkesin şirketi var. Eskiden şirket dendiğinde Koç'un, Sabancı'nın şirketleri gelirdi aklıma. Şimdi soruyorum adama, “ ne iş yapıyorsun?”
“Kendi işimi”, Adam o işi kendinle öyle bir bütünleştirmiş ki, öyle bir tonda söylüyorsun ki, sanki Jüpiter'i istila etmiş, orada otel kurmuş, dünyalılara hizmet veriyor.”
"Nedir senin o kendi işin?” “İnternetteki alışveriş sitesine hediyelik eşya topluyorum”
Tam anlamadığımı belli etmemek için“hıı, güzelmiş. Nereden toplanıyor bunlar"( eskiciden filan mı?)

“İşte, toptan alıyorum,  buradan şuraya veriyorum. Sonra sitede yayınlanıyor. Bilmem kaç tane satarsa % 5 komisyon alıyormuş
"Hıı.."

Bu toptan alma işine nasıl girişilir kimlerle kontak kurulur,  hiç bilmem .Önce şu konuyu bi anlasam, iyi bir şey yapıyor mu karar vereceğim ama bir işten komisyon alıyorsan o iş ya çok iyi bir iştir, hakikaten bilgi tecrübe gerektiriyordur ya da tamamen hikayedir. Tek bildiğim komisyonculuk ev satınca ya da kiralayınca olandır.

Ben öyle komisyonluk iş yapsam çatlarım sıkıntıdan. Adamlar parayı ne zaman yatırdılar, acaba yatıracaklar mı diye mide kanaması geçiririm. Kendi işini yapan böyle çeşit çeşit tipler var, benim asıl gelmek istediğim kısım inceleme, eleştirme, araştırma, geliştirme kısmı.

Bunlar genelde şık görünmek zorunda olmadıkları için kot pantolon, kazak ya da gömlek versiyonuyla sokağa fırlarlar. Makosen ayakkabı tarzını pek bir benimserler. Markalı şeyleri pek giymezler, Vapurda çok rastlanır bunlara. Dükkânlarına giderken her sabah görüştüğü insanlar vardır. Gazeteleri ellerindedir, genelde foto maç ve Hürriyet okurlar, arada Posta okuyanlarına da rastlanır. Esnerken ağızlarını açıp aynı anda konuşmaya çalışanlar bu gruptandır. Esnedikten sonra da 'kıhhhh ' diye bir ses çıkarırlar. Hemen anlarım ki bu adam esnaf.

Dükkânları onlar  için kutsaldır. Ama bu kutsallığı dükkâna kadın atmaktan, bara çevirmeye, önünü özel otoparktan, kahveye çevirmeye kadar sınırsız kullanırlar.

Cumartesi günleri mutlaka çalışır bunlar.. Gün ortasında gereksiz arkadaşları dükkânlarına uğramayı pek sever. Bir de bunların kullandıkları gıcık bir cümle vardır. “Bi çayını içerim”. Bunu ancak dükkân sahibi, serbest meslek sahibi adamlar kullanır. Sanki çay çok pahalı, Evinde zıkkımlan ya da git şık kafelere 4 Tl ye veriyorlar. Allah"ın cimrisi. El alemin çayını içip, ne edicen? Hadi cappucino desen, sütlü çay desen,  tamam; değişik en azından. Çayını içerim miş , Ben bu lafı hiç duymadıysam en az otuz sene önce duymuştum , değiştir artık bu kafayı, değiştir.

Haaa,  bir de bu adamlar çayını içerim derken bir bardak çayı kastetmezler. Bedava ya, sıçıncaya kadar içerler; bir, iki, üç , demli demli. Oh! leş gibi dem kokar ağızları.

Göbekli olmayanını esnaf yapmazlar. İllaki göbekleri olur bu adamların. Dükkan önüne koydukları sandalyede yazsa, ayaklarını kucağına koyarak, diğer mevsimlerde iki yana, ikinci kez sünnet olmak isterlermiş gibi açarak, otururlar. Buna betty sözlüğünde “esnaf oturması” denir. ays
Bu adamlar “minimalist, minval “ gibi entelektüel kelimeleri kullanmazlar, Onun yerine, “hayret bi şiii yaaa” “ şaka gibisin oğlum”u hayatlarının bir parçası yapmışlardır. Konuşmaları kısa, standart kelimelerden oluşur. Ses tonlamaları yoktur. Hızlı hızlı, aceleleri varmış gibi konuşurlar. Tek elleri ceplerindedir ve bir yerleri işaret ederek konuşurlar. 'Şu köşede kaza olmuş, şurada eskiden bir hırdavatçı vardı " şeklinde.

Bu adamlar aldatma konusunda ofis adamlarına göre daha geniş imkanlara sahiptirler. “Mal almaya gittim”. “Şehir dışına mal satacağız” diyerek salladıkça sallarlar. Mesela bizim apartmanda bir kadın vardı. Kocası geceleri eve pek uğramıyordu. Kadına “senin kocan nerde” dediğimde “toplantısı var” diyordu geceleri. Kadının kocası kuru yemişçiydi ve pavyonlardan çıkmıyordu.

Maçlara karşı aşırı hassastırlar.  Erkeklerle dura dura kadınlara karşı zamanla daha da odunlaşırlar. Evli olanları sevgili bulmayı çok sever. Yemek davetleri “Hadi ,gel kız, senin karnını doyurayım” şeklinde gerçekleşir ve uğranılan yer köfteci dükkanından öteye gitmez.  Sakın romantik olmalarını beklemeyin.
Çapkın olanlarının mutlaka bir “arka odaları” vardır. Zaman zaman oraya çekilip, dinlenirler(!) Sonra da dükkânın bereketi kaçtı diye, kendi kendilerini yerler...

Ofis adamı lap top kullanırken, esnaf adamının çok sevdiği PC'si vardır. Facebook'a girerler daha çok. Tweeter onlara uymaz.Bol bol esnaf arkadaşı vardır listelerinde ve maç haberleri.
Çok önemli bir ayrıntı; nedendir bilinmez,  kendi dükkânı olan adamların elleri hep bacak aralarındadır. Herhalde en çok sıkışanlar da onlarınkiler.

OFİS ADAMLARI.






Ölü spermli erkeklerdir. Büyük şehir onlardaki tüm canlı şeyleri yavaş yavaş öldürmektedir. O toplantıdan bu toplantıya gire gire , Ceo'larla, general managerlarla kavga ede ede , kucağından indirmedikleri lap toplarıyla o capcanlı spermlerini öldürürler, sonra da cinsel isteklerini.  Önce duyguları başlar bozulmaya, sonra gözleri. Bilgisayar başında oturmaktan boyunları tutulur, fıtık olurlar, reflü olurlar, yavaş yavaş aşağıya indikçe tehlike daha da büyür. İktidarsızlık, cinsel isteksizlik, sperm kalitesizliği şehirli, trafikle mücadele eden bu taş gibi adamları vurur, öldürür. Adamların sevişecek gücü kalmaz. Ertesi günkü sunumu, satış kotalarını düşünmekten, yanında yatan eşinin farkına bile varmazlar. Bitse de uyusam mudundadırlar. Tek eğlenceleri bilgisayarda fingirdemektir. Facebook'ta verilecek bir iki "like" bu adamları mutlu eder. Hafta sonu şehir dışına çıkıp, mangal yapmak en büyük kaçışlarıdır. Kendilerini para kazanıyorum,  eğleniyorum, hayatımı yaşıyorum diye kandırırlar. Acıyorum ben bunlara. Köylü adamlar zangoç gibi ayakta dururken, bu ofis adamları yorgunluktan, bir yerlere gelmek için mücadele etmekten  hayatlarını yaşayamadan tüketirler. Yaşlı ve yorgun insanlara dönerler. Sonra spermlerini canlandırmak için doktorlarda vakit harcarlar.
İş stresinden arınmak için daldan dala konarlar. Evlenmeyi pek istemezler, partner değiştirirler ve mutsuzdurlar. Asla da mutlu olamazlar.