17 Temmuz 2013 Çarşamba

SEVGİLİ OLAMAYIZ, ARKADAŞ KALALIM.

"Sevgili olamayız, arkadaş kalalım”  kontenjanından bir kişi daha katıldı hayatıma.

Bu sefer tamam, elektrik tuttu, hatta cazır cuzur sesler çıktı onun gözlerine bakarken, hart hurt yaptı kalbim. Geçmişi, geleceği beni ilgilendirmiyordu. Geleceğe fazla güvenmiyordum, gelecek yoktu benim için. Sürekli ani ölümlerle karşılaşan biri olarak bu çok da anormal bir durum değil...

Her şey sabahın köründe duş teknesinden düşmemle başladı. Ayağımın paspasa takılmasıyla diğer ayağımın da duş teknesine çarpmasıyla sağ ayak bileğimde iki tane güvercin yumurtasından hallice şişlik belirdi. Evde yalnızım;  ağlarım ağlarım,  eski sevgililerimin adını yüksek sesle anons ederim ama ne duyan,  ne gelen olur. En sonunda kapıcı Rıza'da karar kılarım. Ama onun da götünde pireler uçuşuyordur şimdi. Yasa dışı bir aşk yaşamakla meşguldü son günlerde; hayatta uyanmaz. Hem,  n'apıcak ki beni? Kucağına mı alacak? Akşamdan soğan yemiştir, leş gibi kokar şimdi. Aklıma buzluktaki buz kalıbım geliyor, bana bir tek ondan hayır var.  

Bornozla yatağın içinde ağlarsın, "zaten yalnızım, bir de bacağımı kırdım,  bak, kimse yok ilgilenecek. Aynaya bakıyorum, halime ağlıyorum, canım yandıkça daha da ağlıyorum. Yıllık ağlama kapasitemin limitlerini aşıyorum. Ya başımı taşa çarpsaydım, çırılçıplak yatacak kalacaktım taşların üstünde; beyin kanaması geçirip, ölecektim, kaç gün sonra bulacaklardı ölümü. Çırılçıplak! Aman ya Rab bim!

Önemli işlerim olduğu için işe ağlaya sızlaya gittim. Akşama kadar güvercin yumurtaları küçülmeyince bacağımı gören kardeşim” derhal hastaneye gidiyoruz”  diyerek başladı sağı solu aramaya. İki gün sonra tatile çıkacağız , sorun çıksın istemiyoruz , korkudan da bir şey diyemiyorum kıza, ‘ of poff , iyi , tamam” deyip,  kabul ediyorum.

Buldu bir hastane, yürü gidiyoruz dedi. Giyindim, süslendim. Bir şeyim yok,  bak , gayet iyi durumdayım demek istiyorum kıza,  yoksa  tatile gidemeyeceğim.

Şeker mi şeker,  güleç yüzlü,  komik suratlı bir doktor gelmesin mi yanıma. Kız boşuna ısrar etmemiş gidelim diye. Bu saatte , bu adamı görmem hayra alamet değil. “Ya” dedim, ” duştayken düştüm  ama bir şeyim yok. İyiyim,  kardeşim zorla getirdi, çıkık filan var mı diye. Bence yok ama siz bir bakın” dedim.

En güzel gülümsemesiyle gözlerime baktı. Bense taa irisinden başlayıp,  göz sinirlerine doğru delip geçtim; orada biraz soluklandım. O  bir şeyler dedi ama ben hiç dinlemedim.
Amaan, dedim,  doktor  işte,  benim gibi,  hatta beş bin kat iyisi hatunlar geliyordur buraya. Herkes bu adama sarsa,  adam ölene kadar yalnız kalmaz. Hem,  neyin nesi  belli değil.
Gerçekten dediklerinden hiçbir şey anlamadım. Çünkü sadece gözünün  irisine takılmışken, Onun üstündeki formayı çıkartıp,  kot pantolon ve dar bir gömlek giydirip beni hastane çıkışında beklediğini, içmeye götürdüğünü, gözlerimizin içine bakarak rakı içtiğimizi, gelinliğimin modelini, düğüne akrabalardan kimleri çağırabileceğimi(gerçi yarısı öldü) planlamıştım. Akşamları ben kitap okurken arkadan sarılır, gözlerimin içine bakar, bir şey söylemeden saatlerce bakışırız. Bu adamla çok güzel bakışılırdı. Ay, neyse,  adam bir şeyler diyor galiba...

“Bir şeyiniz  yok” , dedi.  “ Çok uğraştım bir yerlerde kırık bulmak için, ama siz haklıymışsınız” dedi.( Gülerken tavşan dişleri çıkıyor ortaya ve ben hep tavşan dişli erkeklere aşık oluyorum)
Espri de yaparmış, ne güzel ne güzel...Kemik isimlerini ne kadar da seksi söylüyordu, benim ne kadar seksi organlarım varmış öyle.

Kırık mırık olsaydı,  birkaç kere daha gelirdim ama  adam böyle deyince, kendimi yere atıp, bacağımı çat diye iki  yerden çatlatmak istedim oracıkta. Sonra günlerce yok alçıydı yok alçının  alınmasıydı  derken biz onunla samimi olacaktık. Tüh, bi bokum yokmuş.
“Bunları sürün”  falan dedi, ama kaç dakikada bir sürüleceğini  filan kardeşime dönerek' sen not al' deyip,  irislerinde  gezmeye devam ettim...Hastaneden çıkarken ne olur adımı seslense şimdi,  ben de dönsem topallaya topallaya,  ona doğru koşsam, sarılsam diye düşünürken  resepsiyondaki kız, "kimliğiniz hanfendi "diye seslendi ve eve gittim...

Aradan bir  hafta geçmişti ve ben onunla rakı sofrasındaydım. Ne güzel gülüyordu Allah'ım,  bana ne güzel bakıyordu,  ikimiz de ne çok seviyormuşuz  Zeki Müren”i, şak şukayı.
İkimiz de İstanbul'dayken nasıl bu kadar uzak kalmışız. “Bunca zaman neredeydin?” dedi. Vallahi, psikologlara psikiyatristlere gitmekten bacak kısmına sıra gelmedi, işte filan,  dedim.(demedim tabii)

Evet, olmuştu, bu sefer emindim. Aynı hat üzerinde giden metrobüsün ön tekerlekleri gibiydik. İçtiğim en güzel rakıydı, yediğim en lezzetli favaydı. Gülümsedik... ellerimizi uzattık,  masanın ortasında buluşturduk. Ne çok şeye güldük o gece.

Oradan ayaklarımız  senkronize şekilde Kadıköy’deki en sevdiğim (en son ölen sevgilimle gitmiştim) o bara doğru hareket etti. Evimizin salonuna girer gibi, sanki her gece oturduğumuz üçlü kanepeye gider gibi aynı yere yöneldik.  İçkimiz biraydı, burası iyi mi, sen ne içersin, tuvalete seninle gelmemi  ister misin,  filan diye hiç sormadık birbirimize. Aynı anda dans etmeye başladık. Birbirimize gereksiz kibarlık göstermeden istediğimiz gibi olduk. Masanın bir ucundan birbirimize mesajlar yazdık ergen aşıklar gibi.

Bu gece biterse o bir daha geri gelmeyecek diye korkuyordum; çakralarımı açtı, korkularımın sebeplerini söyledi, gülümsedi bana, çok sıcak çok içten olduğumu söyledi. Ve ben yabancı birinin yanında öyle güzel soluk alıyordum ki, oksijen o akşam sadece benim için harekete geçmişti...

Yazın yarısına gelmiştik ve hayatımda ilk kez bir yazı sevgilimle  geçirecektim; emindim.
Ertesi gün ve daha ertesi gün de beraberdik. Taksim'de gaz istilasına uğradık; koştuk, kaçıştık, zıpladık, saklandık,  bağırdık, güldük.

Yani normal insanmışım ben de,  bunların hepsini bir günde yapabiliyormuşum. Güzel bir arkadaşmışım, sıkıcı değilmişim, korkak değilmişim. Bu  şehrin binlerce kez bastığım taşları yeni döşenmiş, leş gibi çorbacıdaki  çorbacı ne kadar da güler yüzlüymüş, tinercilerin içine işedikleri han ne kadar da huzur doluymuş, saz çalan adam ne kadar başarılı, ne kadar içtenmiş, lahmacun ne güzel kokarmış, kokoreç o kadar da iğrenç değilmiş. Meğer bu şehir ne kadar seksi, ne kadar duygusal ne kadar muhteşemmiş. Akşamları, insanları ne kadar canlıymış . Meğer ben ne kadar güzel  bir kadınmışım, ne kadar güzel bir insanmışım...

Onunla nefes almaya yeniden başlamıştım; eski sevgililerini, eski eşini sormak gelmiyordu aklıma, ne önemi vardı ki. Yürümüyor, zıplıyor ve uçuyordum. Tam dört gün sürdü.
Sonra ‘ Benim çocuklarım var,  bu iş ilişki boyutunu almaya başladı. Seninle ciddi bir ilişkiye giremem. Sen  çocuk istersin,  biliyorum ama benim iki tane çocuğum var, ve bir tane daha  düşünmüyorum. Evlenemem, ciddi bir beraberliğe giremem, kimseye güvenim yok” klişelerini binbeşyüzüncü kez bir kez de ondan duydum...

Çay içiyordum bunları söylerken;  peynirlerle oynadım biraz; ekmeği minik minik bölüp, tabağın içine doldurdum. “Bir sigara alayım, geleyim” dedim...

Herkes gibiydi; aynıydı, sıradandı,
Herkes gibiydi; korkaktı,
Herkes gibiydi; planlıydı
Herkes gibiydi; elimi uzattığımda,  kaçalım dediğimde kaçamayacaktı. Yine ben bir beden büyük gelmiştim....

İstanbul kokmaya, kalabalıklaşmaya, havası ciğerlerimi sıkıştırmaya,  kornalar rahatsız etmeye başlamıştı.

Sigara tatsız, içki mide  bulandırıcı, müzik baş ağrıtıcıydı. Yemekler kötü kokuyordu, insanlar asık suratlıydı, her şey sahteydi. Yemek vermem için  gözümün içine bakıp şirin olmaya çalışan şu kedi amma da yılışıktı.

Çocuk istemiyorum, sevgili istemiyorum, aşk istemiyorum, evlenmek hiç istemiyorum.
Alın şu kirli spermlerinizi kedilere kuşlara köpeklere atın.  Çocuğunuz olmaz benden, belki bir canavarınız olur. Ne kıymetliymiş spermleriniz anasını satayım...

Ve bir kişi daha katıldı” sevgili olamam,  arkadaş kalalım” grubuma.
Hadi hayırlısı...
Ya da ben bir evleneyim, çocuk yapıp, tekrar geleyim bu hayata,  hı? O zaman daha çok prim yaparım.