22 Aralık 2009 Salı

AĞLATMAYIN ŞU ÇOCUKLARI


Küçük çocuğun eline ver İstiklal Marşını. Ezberlet on kıtasını. Ses tahlilini de yap. Sal kürsüye okusun, ağlasın. Ağla yavrum ağla. Daha satırların, kelimelerin anlamını öğrenmeden, ezbere dayalı sistemin en güzel örneğini sergiliyor ergen kızımız ekranda.

Ne kadar ağlarsan, ne kadar yırtınırsan o kadar çok alkış, sonra oldun mu “en güzel şiir okuyan kız”.Hıh! tamamdır yavrum. Sen şimdi İstanbul”un en ağlak, en yırtıcı sesinle İstiklal Marşını en güzel okuyan kızısın. Birincisin yavrum.

“İyi bir şey mi bu öğretmenim?”

“Kesinlikle yavrum.

Bu kız çocuğu acaba “ Şuheda fışkıracak toprağı sıksan şuheda “ dizelerindeki kelimelerin anlamını biliyor mu ? ve gerçekten bu dizelerin hangi şartlarda, hangi duygularla yazıldığını biliyor mu ? Bilemez ki... Küçücük çocuk bunun gerçekten ne anlattığını bilemez. Yaşla birlikte gelişir bazı duygular. Benim yaşımda olup da İstiklal Marşındaki kelimelerin anlamını, şiddetini ,vurgusunu kaç kişi doğru biliyor da bu kız çocuğu bilecek? Hem de ezbere yönelik bu sistemde?

Bir yarışmadır gidiyor. Hangi kanalı açsam elleri tir tir titreyen, gözlerinden yaşlar akan çocuklar. Sonra da “ ben o kızdan daha çok ağladım daha çok bağırdım, neden o birinci oldu yaa” diye tekrar bir ağlama krizi...

Vatan, istiklal, millet sevgisi böyle aşılanmaz. Bağırarak değil, düşünerek , mücadele ederek, okuyarak kazanılır vatan sevgisi . Bunu onlara en iyi öğretecek kişi de öğretmenleri. Ben ağlayan çocuk görmek istemiyorum artık kusura bakmayın ergen kızlar. Siz sevgili öğretmenler, lütfen şu çocukların psikolojisini bozmayın.

18 Aralık 2009 Cuma

SİYAH BEYAZ FOTOĞRAFLI YILLAR



Elvan içelim bir oh diyelim
Elvan içelim elvaaaannnn”


Siyah beyaz fotoğrafı görünce bu şarkı geldi aklıma. Eski komşumuz uğramıştı dün, çok sevineceğimizi düşündüğü eski bir fotoğraf bulmuş taşınırken. Odama gidip sarıldım fotoğrafa.İçimin daraldığı şu günlerde bundan daha güzel bir hediye olabilir miydi benim için?.

Uzun otların içinde, elde örülmüş pembe elbisemle ben, diğer yanda en naif halleriyle klasik mahalle komşularımız, annem , kız kardeşlerim....
Elimdeki kumandayı bıraktım, gözlerimi kapattım........
Elvan gazozu hatırladınız değil mi?...
Nostalji denen akımı ucu ucuna yakalayan seksenli yılların çocukları!. Ne mutlu ki bana, artık benim de bir nostaljim var çocuklarıma anlatacak.
Hep “uşak” olsam da çok sevmiştim ben , uzun otlu tarlaların içinde oynadığımız” kral ve kraliçelik oyunu”nu. Alt kattaki Hayriye teyzenin kızı Meltem kraliçe olur, mahallenin büyük ağabeyi Ünal da kral olurdu.Bana; etrafı gıcır gıcır yapmam için bir süpürge tutuştururlardı, güneş batana kadar, kan ter içinde süpürürdüm yerleri. Büyük bir onurdu benim için,oyunda rol almak. Yalvarırdı mahallenin çocukları oyunda bir rol almak için, ama ukala ablayla, ağabeyimiz nazlanırlardı. O arsa benim çocukluğumun son tanığıydı.

Akşam olmak bilmeyen uzun yaz günlerinde, kapımızın önünde yaptığımız pikniklerimiz vardı bir de. Annelerimiz günlük sohbetlerini yaparken, biz de Allah ne verdiyse topladığımız nevalelerle yemek yiyip eğlenirdik. Bu oyunlar akşam hava kararıncaya, babalar eve gelinceye kadar sürerdi. Sıkı yönetimli bir evimiz vardı. Baba kapıdan girmeden biz sofraya oturmuş olmalıydık. Karanlık demek; çocukların işkence saatlerinin başlaması demekti, yarım kalan oyunlar, son anda küsüşmeler, bu akşam üstlerinin vazgeçilmezleriydi.

Şimdi yine o arsadan toplayıp , anneme verdiğimiz pisipisi otlarının kokusu geldi burnuma..Yaşam kokusu, masumiyetin kokusu, henüz çıkar ilişkileriyle tanışmamış ergenliğin kokusu, çarpık çurpuk yazılarla yazılmış “ seni seviyorum” lu mektuplardaki tükenmez kalem kokusu...Derin derin içime çekiyorum.Yok mu zaman makinası?
Hani ikibinlerde icat edilecekti?. Bizi kandırmışlar demek....

Hayriye Teyze bizlere yer sofrası kurardı, dizilirdik sofranın etrafına, dizlerimize de sofra bezini çekerdik. Kızardı Hayriye teyze yere ekmek kırıntısı dökmemize. Ekmeğin üstüne sanayağı , onun üstüne de reçel sürerdi, Yanında da su bardağına konmuş çaylarımızı içerdik. Ne kadar da lezzetliydi...
Kum Kum, Heidi, Musti hep Hayriye teyzelerdeki televizyondan seyredilirdi. Biz de yoktu o zamanlar..
Heidi’nin kırmızı yanaklarından, siyah saçlı şirin halinden eser yok şimdiki çizgi filmlerde. Heidi bize, süt içmeyi, peynir yapmayı, büyüklerimizi sevmeyi, saymayı ve ot yatakta dahi yatsa mutlu olmayı öğretti. O saatlerde mahalledeki hiç bir çocuktan ses çıkmazdı. Diziler biter bitmez, şimdi hala kulağımda çınlayan çocuk sesler doldururdu mahalleyi.
Üç kız kardeş olduğumuz için şanslıydık biz, mahallede kavga çıksa hep korurduk birbirimizi. Annemin bize diktiği bezden “ Halime” tarzlı bebeklerimiz vardı.Üçümüz sırayla oynardık. Üç kardeş, hurda arabaların durduğu arsada bir arabanın içine girer, yere çömelir ve kağıttan, bezden yarattığımız kahramanlarla mahalle çocuklarına tiyatro yapardık. Aldığımız alkışlar en büyük ödülümüz olurdu.

Ben sıska olduğum için, yakan toplarda ortadaki sıçan olurdum hep. Vurulmam çok kolay olurdu. Ablamın bitmek bilmeyen, hayvanları kesip inceleme isteği, benim “Burda” dergisinde gördüğüm modellerden kendime kıyafetler diktirmek hevesi annemi bunaltırdı bazen.

Bunaldığım günlerden biriydi. Sıkı yönetimci babam bizi terkedeli üç dört ay oluyordu. Anılarımın geçtiği eski mahalleme gidip, o evi görmek isteği doldu içime birden. Annemle birlikte apar topar çıktık evden. Kalbim; ilk aşkıyla buluşmaya giden bir kızınki gibi atıyordu. Sarı boyalı , iki katlı, kocaman zannettiğim o bahçeli ev, ne kadar da küçüktü şimdi. “Aaaa anne dedim , bahçeyi herhalde küçültmüşler. “ Hayır yavrum aynı “ dedi annem. Ama biz o bahçede kaç tur koşardık da bir türlü bitmezdi.O kadar mı küçükmüşüm ben anne?
Bizim evi, çocuklu bir aile almış .
“Biz eskiden burada oturuyorduk eski evimize bakmaya geldik”
dedik kadına. Kadın evin dağınıklığından utanarak “buyurun” dedi..Hiç önemli değildi ki, biz sadece masumiyetimizi, babam kokan, koşuşturduğumuz evimizi özlemiştik.
- Şu köşe; sobada bacağımı yaktığım yer anne bak !
- Evet kızım.
- Sarı divan örtülerimiz, kardeşlerimle paylaştığım odam, çorba yapmaya çalıştığım mutfak, hepsi oradaydı.Bize hoşgeldin diyordu. Ama o benim bıraktığım ev değildi ki... Renkleri solmuştu evin.Bahçede hiç çiçek yoktu. Annem olsaydı orada, hiç bırakmazdı bahçeyi böyle.

Burnumda özlemlerden kocaman bir sızıyla , içimizi çekerek arabaya bindik. Hep onun kullanmasına alışık olduğumuz arabada, babam da yoktu artık. Biz sadece bu şirin evimizi değil, bize bu anıları yaşatan babamızı da kaybetmiştik. Çocukluğumu, renkli günlerimi, gerçek bir aile yaşantısını da bıraktık o evde giderken.

Ertesi gün telefon çaldı, eski komşularımızdan biri Hayriye Teyze’nin öldüğünü söyledi. Fındıklı pastaları, her sene ördüğü rengarenk atkılarıyla, reçelli ekmekleriyle terk etmişti artık beni. Hepsi ,hepsi gitmişti. Artık ne fotoğrafta, ne de herhangi bir yerden izleyebileceğim anılarım kalmıştı. Son olarak Hayriye Teyze onları alıp götürmüştü.
Anneme Hayriye Teyze'nin öldüğünü haber verip, sessizce ağlamak için odama döndüm.
Şimdi elimde bir tek kumandam kalmıştı. Düğmesine bastığımda hayatı zaplayabileceğım.....

12 Kasım 2009 Perşembe

FACEBOOK'TAN ÖNCE FACEBOOK'TAN SONRA




Her yanı sarmıştı bu çılgınlık. Teknolojiyi seven, sevmeyen, bilgisayardan anlayan, anlamayan “ben de katılmalıyım, olmazsa olmaz” diyerek daldı bu dünyaya. Arkadaş konuşmalarında:
“ Seni facebookta göremedim”
“ Aaa, o da ne?
“ Aa, haberin yok mu senin?, bütün dünya çalkalanıyor, nasıl bilmezsin “ cümleleri uzayıp gidince, kendimize yediremeyip,  biz de mecburen katılmış olduk.

Topluluk psikolojisi işte.. başı çeken biri olunca, peşinden giden çok oluyor.
Yeni yetmeler- çok uzun bir yaşam geçmişi varmışçasına “eski dostlarını! ” aramaya başladılar. En güzel fotoğraflarını koydular profillerine. Uzun bir liste yaptılar , bu listeye havalı kızları, yakışıklı erkekleri eklediler. “Beni de arkadaş listene eklesene” dediler(ekleyince ne olacaksa artık) . Bir sidik yarışı başlattılar kendi aralarında. “ Hande’nin listesi ne kadar da kalabalık” deyip dedikodulara başladılar.

Hele ilköğretim çağındakiler. Bu sitede adı olmayanı dışladılar. Sıra arkadaşlarını, her gün gördükleri mahalle arkadaşlarını listelerine eklediler. “Bilmem ne grubuna hayran olun” diye gruplar kurdular şekilci dünyalarında.

Orta yaş ve üzeri olanlar ise; önce üniversite arkadaşlarına ulaştılar, hemen o yılın mezunları adı altında bir grup kurup , sohbete, eski günleri anlatmaya başladılar. Yemekler düzenlediler. Yemeklerde çoğunluk eşlerini de getirdi, yoksa aile faciası yaşayacaklarmış( !), öyle dediler.

Sonra lise, ortaokul ve en son da ilkokula kadar uzanıp, araştırmalara devam ettiler. Hangi yılda mezun olduğunu bile hatırlamayanlar, o yıllara ait eski bir fotoğrafa , eski bir arkadaşa rastlamayı ümit edenler ; “Yaaa bizim öğretmenin adı neydi?” sen Tolga’nın sınıfında mıydın? Biz hangi yılda mezun olmuştuk? “ gibi sorularla beyin jimnastiği yaptılar.

Fotoğraflardan çıkartmaya çalıştılar arkadaşlarını, “ Aa bu benim ilkokuldaki aşkım, aman Allahım ne kadar da çirkinleşmiş, çökmüş ya..“ diyerek hayal kırıklıkları yaşadılar.

Evli olanlar, mutlaka eşinin ve çocuklarının fotoğraflarını koyup, cümle aleme aile kurduklarını ispat ettiler. Hatta bazıları profil resimlerine sadece çocuklarının resmini koydular. Biz nasılsa en son otuz yıl önce gördüğümüz arkadaşımızın çocuğuna bakarak onu pat ! diye tanıyacağız ya...
İlk sorular; “ Evlendin mi? , Çocuk var mı ?” İş, güç vs? “ oldu. Yurt dışına yerleşenler sıla hasretinden dolayı günlerini facebook başında geçirmeye başladılar. Memleketten ve eski günlerden gelen bir haberle mutlu oldular.
Sonuçta hepimiz kare ekrana sığdırdık, yıllardır içimizde biriktirdiğimiz eski fotoğrafları, muziplik yaptığımız ilkokul sıralarını, lise aşklarımızı. Oysa onlar yıllarca benim sol göğsümde saklıydı.

Facebooktan önce ne yapardı insanlar?
Lise yıllığını açıp, bakar, okudukça gözlerim dolardı. Ağzımızın beş karış açık olduğu, kafamıza tavşan yapılan, otuz iki dişimizle güldüğümüz fotoğraflardır lise fotoğrafları. İlkokul fotoğraflarına baktığımda, “ biraz daha o dönemde kalsaydım “diye hayıflanırdım. Arada bir görüştüğüm bir kaç arkadaşımı arar, eski günleri yad ederdik. Keşke o yaşta kalsaydım dedirten fotoğraflardı onlar.
Çünkü; eski masumdu , çıkarsızdı. Kalbimiz hep pır pır, adımlarımız hep oynak, ağzımız hep kulaklarımıza yakın yerdeydi...

En son onyedi yaşında gördüğüm ve haber alamadığım bir kaç arkadaşımdan biridir Senem. Diğerlerini üç beş yılda bir de olsa, görmüş; yaşlanmalarına, kelleşmelerini, kademe kademe tanık olmuştum.

Oysa Senem'e bir türlü ulaşamamıştım, izini kaybetmiştim. O benim ekolümdü. Yuvarlak, sevimli yüzü, hafif sarıya çalan saçları, dekolte kıyafetleri ve özgür davranışlarıyla beni çok etkileyen , hayran olduğum üniversitey ehazırlık kursundan arkadaşımdı.
Ben daha bisiklete bile binemezken, o deli gibi araba kullanır, ben ailemle bile yaz tatiline çıkamazken, o tek başına tatile çıkar, ben gündüz sinemaya bile gidemezken, o geceleri diskoya giderdi. Yolda yürürken bir bakan, dönüp bir daha bakardı. Bir de beraber uyuduğu köpeği Lily vardı. İlk içkiyi de onunla tatmıştım. Bu yüzden ekolümdü Senem.
Çok merak ettim, görmek istedim , nasıl bir kadın olmuştu acaba? Hala hızlı bir hayat mı yaşıyordu?

Facebook bunun için son seçeneğimdi. Evet ! , facebook onu bulmam konusunda imdadıma yetişmişti.. Çok net olmayan bir fotoğraf ve Senem, işte oradaydı, hemen mail attım, onunla ilgili olan her olayı, en ince ayrıntısına kadar  anlattım, bu kadar detayı nasıl hatırladığıma şaşırdı  ama ne yazık ki Senem beni hatırlamamıştı bile. Beraber gittiğimiz üniversiteye hazırlık kursunun sadece İstanbul’da olduğunu hatırlıyordu. Hafızasında hiç bir şey kalmamıştı. Yine de " mutlaka görüşelim" dedi. Oturduğu evi hayal meyal hatırlıyordum , belki ona rastlarım ümidiyle sokaklar arasında gezip durmuştum hatta bir ara camlarında “satılık” ilanını görmüştüm, o yüzden emin değildim hala orada oturup oturmadıklarından, rahatsız etmek de istememiştim. Onunla konuştuktan sonra, yolum Kalamış’a düştü. Oturduğu evin ışıkları yanıyordu, “şansımı deneyeceğim” dedim, ikinci katta oturduğunu hatırlıyordum, zile bastım, kapıyı ablası açtı. “O burdan taşınalı çok oldu “ dedi. Hikayemi kısaca anlattıktan sonra, beni içeri buyur etti. Binbir hatırayı bıraktığım eve ayaklarım titreyerek girdim, evin kokusunu hatırlıyordum ama şu an içerideki koku bildiğim koku değildi.
Köpeğinin beni gördüğünde saldırması, Senem’in elinde içki bardağıyla, saman sarısı saçlarını savura savura dans ettiği salon. İşte orada fotoğrafı.! “Benim bıraktığım hali bu” dedim ablasına heyecanla. “ Ohoo çok olmuş, çok değişti tabii” dedi. Salonun duvarında babasının fotoğrafı , “ben tanışmıştım babanızla “ dedim. Ölmüş , geçen yıl. Bir anım silindi... “Köpeği Lily? “ dedim. “Ohoo yıllar oldu öleli, arka bahçede gömülü” dedi. Bir kere daha yıkıldım.(Sanki köpekler otuz sene yaşıyordu..) Senem’in odasına gidip, baktım. Oturma odası yapmışlar .” Onun son halini görmek istiyorum, çok merak ediyorum” dedim.

”Bak bu resim altı ay önce çekildi” dedi ablası. Daldım fotoğrafın içine. Dişlerden tanıdım Senem’i sadece. Dişlekti Senem. Saçlarının rengi değişmiş, yüzü, cansız, renksiz, çilleri kaybolmuş, yuvarlak yüzü uzamış, çocuksu sevimliliği gitmiş. Bu mu ? dedim, evet dedi. Şoke olmuş bir vaziyette tekrar baktım Senem'e daha doğrusu benim bırkatığım yerde bulacağımı sandığım Senem'e.
Benim aradığım kız orada oturmuyormuş artık anlaşılan. Hayal kırıklıklarıyla dolu olarak koltuğa oturdum. O anda oturduğum koltuk, yabancı bir evde, yabancı bir koltuktu sadece. Hiçbir anı kalmamıştı. Çünkü Senem büyümüştü,  oysa ben şu anda,  yüzünde muzipçe gülümseme olan,  yanakları çilli,  makyajsız yüzüyle çok güzel olan o tatlı kızı arıyordum. Acid müzikte, kısa şortuyla dans eden, sigarasını tüttüren Senem’i bu evde kaybetmiştim. O, sadece onyedi yaşın tatlı bir hatırasıymış.
İnsan bıraktığı gibi bulacağını sanıyor herşeyi yılların acımasızlığını hesaba katmadan . Değişse bile ne kadar değişir ki bir insan hem?  Yüzünde bir iki çizgi, rengi solar vs..  çok da fazla değişmemiştir” diyorsun, tüm saflığınla .
Belki aralarda görüşseydim bu kadar koymazdı bana Senem’in bu kadar değişmesi. O benim idolümdü. Hiç yaşlanmaz, sevimli ve hep şirin bir kız çocuğu olarak kalır sanmıştım...

Facebookta rastladığım bu arkadaşımla buluşmak için sözleştik. Ama ben artık görmek istemiyorum onu , çünkü ; gençlik hayallerimin bittiğini, o güzel günlerin sadece yalan olduğunu kabullenmek istemiyorum. Hem beni hatırlamıyor bile o .
O günden sonra ne çok şey yaşadık, o da ben de. O sevimliliğini bitirmiştir artık yıllar. Belki o da , kendisine faydası dokunacak insanlarla görüşüyordur. Onun karşımda o günlerdeki gibi çılgınca dans etmesini , kahkahalarla gülmesini beklemek yanlış olur.

Senem yirmi yıl öncesindeydi. Sıktığı şeker kokulu parfümleri, kocaman küpeleri, evinde yaptığımız patates kızartmaları ve sigara dumanıyla orada kalmalıydı. Arada sırada hatırlayacak güzel anılarım orada, o yaşta kalmalıydı. Eğer onu görürsem, herşey masumiyetini yitirecek, gerçek yüzünü gösterecekti. Ama ben hep kanmak istiyordum, gerçekleri görmek değil. Yeterince kabullenmek zorunda olduğum gerçekler vardı hayatımda. Bunlara gençlik duygularım da katılsın istemiyordum.

Bazı güzel hatıraları belki orada bırakmak, yaşandığı kadarını kabullenmek , bir daha debeştirmemek en doğru olanıydı. Geçmiş, geçmişte kalmalıydı ve geçmiş sadece o andaki yaşananlarla güzeldi. Aynı canlılığı, aynı güzelliği bulmak mümkün değildi.
Facebook sadece benim kendime gelmemi sağladı. Ama sorun şu ki; ben kendime gelmek istemiyordum...

29 Eylül 2009 Salı

EVLİ ERKEKLERİN BEKAR KADINLARLA DERDİ NE?

Bir gün internetten bir adamla tanışmıştım. Yaklaşık beş sene oluyor. Tek amacım güzel sohbet edeceğim , sinemaya, çay içmeye, pikniğe gidebileceğim, birşeyler paylaşabileceğim bir erkekle beraberliğe başlamaktı. Fingirdemek değil ama. Hani şu eskilerde kalan ilişki denen şeyi yaşamak istiyordum.

Bana mesaj atanlardan birisi diğerlerine göre daha çok dikkatimi çekti. Aklı başında, zeki biri gibi görünüyordu. İşi gücü vardı ne kelime, koskocaaaa fabrikası vardı. Yani yeri yurdu belliydi. Korkmama gerek yoktu. (Ayrıca etrafta bir sürü internet sapıklarıyla ilgili dedikodular dolaştığı için ben de tırsardım görüşmeye falan giderken)

Beni bostancı deniz otobüsleri iskelesinin önünde parliment mavisi bir arabada bekleyeceğini söyledi. Korkuyordum biraz da heyecanlıydım. Yağmur da nasıl yağıyor o akşam Allahım. İş çıkışı indim sahile baktım parliment mavisi araba orada duruyor. Yavaşça yaklaşıp en kibar halimle kapıyı açtım. Ela- yeşil gözlü, orta boylu , hafif kel ama karizmatik adamım beni bekliyordu.

Uludağ kebapçısana gittik, çok sohbet etmiyor daha çok beni süzüyordu. Ben de böyle süzmelerinden acayip rahatsız olurum, Gerilirim. Genelde benim sorduğum sorulara kısa cevaplar verdi. Mesela boşandığını , bir çocuğunun olduğunu ve çocuğun onda kaldığını söyledi. Zaten benim yaşımda hiç evlenmemiş, çocuğu olmayan erkek sayısı o kadar az ki. Çöpsüz üzüm yok elimizde yani.

Telefonlarımızı da aldık. Beni beğendiğini ve tekrar görüşmek istediğini belirtti. Ben de olur falan dedim. Ertesi gün cumartesiydi. Kadıköyde iskelede bir bar var benim sevdiğim orada buluşacaktık. Beni aldı evimden. Arabayı park ettikten sonra yürümüye başladık. Ben yakınlaşıyorum filan buna doğru hani aşk yaşıcaz ya elini falan omzuma atsın istiyorum. Bu resmin 10 m öteye kaçıyor. Ne oluyor falan dedim. Böyle kaçıyorsun. Ben böyle sokaklarda el ele kol kola samimi olmayı sevmem dedi. Hoppalaaaa ... ding dang! İlk işaret geldi. Neden peki sizce neden olabilir. Biraz uyanıksanız siz de anlarsınız neden olduğunu.

Benim gibi bir kaç kez yalancı erkeklerle karşılaştıktan sonra tecrübeli olmanız lazım. Neyse peki tamam deyip denize karşı kahvelerşmizi ardından biralarımızı içtik. Kendisi hakkında pek fazla konuşmuyor saklıyor bazı şeyleri- ki hiç hoşlanmam bundan- .
Ben nasıl sorulara açıkça cevap verebiliyorsam karşımdaki de öyle olmalı.

Aradan bir kaç gün geçti. Ben bunu bir iki defa etelefonla aradım. Meşgüle düşürdü. Herhalde toplantıdadır dedim. Bu böyle çok üst üste oldu. Bir iki gün sonra akşam saat 8 gibi beni aradı. Ben bilmem ne otelindeyi suit odadayım bu gece gelsene . Al işte. Otele okey oynamaya çağırmıyor heralde. Tüh dedim. Ben ne düşündüm adam ne düşündü.
Tersledim onu” ne demek bu otele gel falan” diye. “Git bir rus falan bul “ dedim. Sonra binbir özür falan. “ Başka kızlar kızmıyor ki ben de seni kızmaz zannettim “ dedi pişkin pişkin.
Ertesi gün özür kahvesine götürdü beni. Bir kere hevesim kaçtı zaten öylesine gittim buluşmaya.

Dubai de fabrikası varmış. Üç ay orda kalıyormuş. Seni götüreyim dedi. Orda kalırsın. Yok artık daha yeni tanışmışız ne işim var tanımadığım adamla Dubai de. ??

Tanışalı bir ay oldu olmadı. Ben bir Cumartesi günü bunu aradım o gün buluşacaktık. Ama telefonuna bir türlü çıkmadı. Çalıyor, çalıyor merak ettim birşey mi oldu diye. O hafta sonu ona ulaşamadım. Tamam dedim bu adam kesin evli , hafta sonu karısının yanında ve açmıyor telefonu. Evli erkekler cumartesil, pazarları karılarına çocuklarına ayırırlar , hafta içi sevgililerine . Hayat bunu da öğretti ya bana harika ne diyim yani...Aslında hiç öğrenmemeyi tercih ederdim.

Şüphelenmek ve araştırma yapmak istemiyordum ama ne yazık ki tüm deliller bu adamın evli olduğunu doğruluyordu. Ben de araştıracak ve evliyse hiç vakit kaybetmeden ondan kurtulacaktım. İş yerinin telefonunu biliyordum. Telefon açtım sekretere dedim ki. Ben bilmem ne otelinden arıyorum. Bir davetiye yollayacağım benim E beyin eşinin adını alabilir miyim. Salak sekreter de pat diye söyledi valla. Tamam demek doğruymuş. Ben boşuna kuşkulanmamışım. Akşam beni çay içmeye çağırdı tamam dedim. Yalanını yakalağımda suratındaki ifadeyi görmek istiyordum o yüzden yüzüne karşı söylemeyi tercih ettim. Telefonda hiç bozuntuya vermedim. Akşam buluştuk, sarıldı bana güzelce öptü nasılsın canım falan gibi gayet yapmacık laflarla açılış yaptı.
Ben ilk cümleyi nasıl daha çok vurucu yapabilirim diye düşündüm. Ama sinirden de ellerim titriyor boğazıma birşeyler düğümleniyordu. İyi misin sen biraz kötü görünüyorsun dedi. Evet çok kötüyüm dedim. Neden dedi. Çünkü dedim hoşlandığım adamın evli olduğunu öğrendim dedim. Bu afalladı ama hiç belli etmemeye çalıştı. Nasıl falan dedi. “ Valla şu anda karın Sevil bizi burda görse ne hisseder?” dedim. Bu salaklaştı . “ha evet, Sevil benim eşimdi sen nerden biliyorsun ?” dedi. “ Benim nasıl öğrendiğim sorun değil senin bana neden yalan söylediğin, beni aptal yerine koyduğun önemli burda “ dedim. Çok ayıp ya aa, gerçekten büyük saygısızlık. Açık açık söyleseydin evli olduğunu da ben de seninle vaktimi harcamazdım boşuna”
“ Ya yok çocuk için arada bir o evde kalıyorum da yok bilmem ne de ..Boşver E boşver ya ben salak gibi gözüküyor muyum, umarım karın da sana aynısını yapar da sen de şu anda benim üzüldüğümün bir kısmı kadar üzülürsün” deyip masadan hızla kalktım. Ağlamamam lazımdı biliyorum ama aptal yerine konmaktan dolayı canım yanıyordu.
Peşimden koştu, “ amacım seni üzmek değildi , kandırmak değildi. Ben senden çok hoşlandım. Hem pek çok kadın için evli olmam önemli değildi. Kadınlar paralı erkeklere hayır demiyorlar” falan filan. Konuştukça midem bulandı. İnsani duyguları böyle ayaklar altına sermesi can sıkıcıydı. Bunun gibi kaç tane örnek var onları belki sonra anlatırım.
İş yerindeyim öğle yemeğine çıkacağım dışarıda tam bir sonbahar güneşi ve E...e.. beni hala sevmiyor......

13 Mayıs 2009 Çarşamba

İNTERNETTE KİMLER VARMIŞ BAKİİM...


İnternetle ilk tanıştığım yıllardı.Herkesin de bir internet sevgilisi varmış meğer. Çevremdekiler muhtelif arkadaş bulma sitelerine girip, ilginç arkadaşlar bulmuşlar(sanki elimizdekilerine vakit ayırdık da, bir de şehir dışındakiler, yurt dışındakiler kaldı.)bana da "Sen de üye, hemen kayıt ol, vıdı vıdı " başımı yediler namussuz karılar. Hay Allahım yarabbim, gireyim bir tane de koca bulayım siz de rahatlayın bari diye binbir zorlukla kayıt oldum.
Allahım ne yazayım şimdi ben, "vücudunuzda en beğendiğiniz yeriniz" cevap; "yumurtalıklarım, böbreklerim." Acaba karşımdaki bu organlarımdan etkilenir mi?.
"En beğendiğiniz kıyafetleriniz"; "Paçalı külotlarım, ipek geceliklerim "(amanın, hele hele, hemde bizim türk erkeklerine tam malzeme vermiş olurum) vs. vs. abudik gubudik soruların hepsini cevapladım.
Ertesi gün bir bakalım dedim. Yurdumun 17-50 yaş erkeklerinin işleri güçleri yok mesaj atmışlar. Hepsi de "yakışıklı ve kültürlü" kardeşim, yok ki sıradan(!) biri..
Bana da çıka çıka Kanada da yaşayan öğretim görevlisi çıktı. Teo. Ben de acemiyim ya, yaşadığı yere bile bakmamışım. Saatlerimiz uymuyor diye sabahın yedisinde giriyordum konuşmak için. Artık benim de bir sırdaşım vardı.Çok sonraları Teoman'ın koca bir yalan olduğunu evli ve Türkiye'de yaşadığını öğrendim. Demek doğru birşey değilmiş bu internette chat olayı. Hadi bu yalancıydı ama mutlaka dürüst birileri de vardı diye bir adım daha attım. Reklamcı bir çocukla konuşmaya başladım. Uzun konuşmalar sonrası buluşmaya karar verdik, bende bir heyecan bir heyecan, kalbim duracak. Kahve içeceğiz, çocuk geldi sonunda; kel, boynunda gümüş zincir, takım elbiseli birisi. Sohbeti güzeldi,hoş vakit geçirdik ama çocuk sohbetin ortasında" ya kusura bakma, evden aceleyle çıktım, cüzdanımı almayı unutmuşum". Sorun değildi ben ödedim.
Aradan bir iki hafta geçti, bir kız aradı beni. Siz S. yi nerden tanıyorsunuz? siz kimsiniz peki falan derken sonunda çocuğun beş yıldır beraber yaşadığı bir kız arkadaşı olduğunu öğrendim. Ne güzel, ne güzel...Başıma bakalım neler gelecekti daha?
Bunu daha sonraları ağır hastalıkları olanlar, evli ve nişanlı olanlar, doktorum deyip güvenlik görevlisi çıkanlar, ciddi ruhsal bozukluğu olanlar takip etti. Beni iyice soğuttular erkeklerden, güvenimi sarstılar, etrafta bu kadar yalan dönüyormuş da ben salak salak oturuyormuşum. Üç ay boyunca düzenli olarak, internet buluşması kıyafetimi giyiyor ve görüşmeye gidiyordum. Evet yeni birisiyle tanışmak korkunç heyecan verici ve güzeldi ama hiçbirşey o ekranda yazılanlarla ve aklımda çizdiğim resimle aynı olmuyordu. Şöyle kanlı canlı, bakışarak, görerek, koklayarak tanışmak varken neme lazımdı benim internet..(İyi arkadaşlarım da olmadı değil onlara haksızlık etmek istemem ama benim çıkarımım; internetten sağlam bir sevgili çıkmayacağıydı...