1 Aralık 2013 Pazar

AFFETMEK, KÜÇÜCÜK KISACIK BİR KELİME



On yedi  yaşında ne kadar romantik ne kadar aşk dolu ne kadar çılgın ne kadar başıboş- avare olunursa ben de işte o kadardım

Gece  gündüz beraber olan dört kızız. Ben hariç hepsi model gibi hatunlar. Ben de arada kaynıyorum. Güzel değil ama sempatik ve komik kadrosundan takılıyorum. Anı yaşıyorum, yol beni bir yere götürür nasılsa. Hava güneşli, biz yüzmek istiyoruz. İstanbulda denize rahatça girildiği zamanlar. Rengarenk dört kız yoldayız; iki adımda bir kahkahalardan yerlere yığılıyoruz ve yol da  uzuyor tabii. Hedefimiz  şimdiki gibi varmak değil. Güzel erkekler bizi bekliyor plajda, biliyoruz.  Ve aşağıdaki parçayı dinliyoruz sürekli.
Denizde hoplayıp zıplarken balıklama atlamaya  çalışan arkadaşımın başına bir bakın neler geliyor.


http://youtu.be/frDiToCADS0

Güzel bir günün içine bir kaza karışıyor. İçimizdeki sarışın fıstığın (adı Arzu olsun) ayağı paslı merdivenlere takılıyor, ayak boydan boya yırtılıyor neredeyse. Günün ortasındayız, denize giremeyeceğiz diye üzülüyoruz.  Etraftaki herkes yaralı güzel kıza yardıma koşuyor. Bir şeyler bağlıyorlar ayağına ne buldularsa , her yer kan oluyor; içimiz acıyor. Ama olsun, "geçecek bu , en fazla iz bırakır, ne olur ki" diyoruz. Yardıma gelen dört yakışıklı için fırsat doğmuş oluyor. Geldiğimizden beri cephe almışlardı karşımızda zaten. Tanışmak için bundan iyi fırsat mı olur. Uzun boylu , esmer olan hayatımda duyduğum en güzel erkek sesiyle “ ama yaranız derin, hastaneye gitmelisiniz “ diyor. Gözlerimi dikiyorum belki beş dakika hiç ayırmadan. Ne güzel bir ses bu, ne kadar yumuşak.Günümüz mahvolmasın diye ben iyiyim diyor,  Arzu, denize girmesem de güneşlenirim. Canım, arkadaşım, kardeşim, her şeyim benim...

O gün uzun sürecek karmaşık bir arkadaşlığın temelini atıyoruz.  Muhteşem bir grup oluyoruz. Biz ve onlar. O, yani esmer olan, adı Boran olsun mesela, üniversiteyi kazanmış, Ankara'da okuyacak, Ona her baktıkça karnım sancıyor, kalbim anlamsızca atıyor ve yerinden çıkmak istiyor. Onun sesini duymak yetiyor aşık olmam için. Evet,  ben Boran”a aşık oluyorum. Hem de nasıl.  On yedi  yaşındayım,  başka nasıl olabilirim ki...
.
Geceleri hiç uyuyamıyorum. Sayfalarca şiir yazıyorum ona. O, hepimizle çok ilgili,  herkese eşit davranıyor. Beni sevip sevmediğini bilmiyorum. Ama seviyordur canım, neden sevmesin ki. Çok zayıf olduğum için bana sürekli "Afrika”lı ne haber, Afrikalı senin hiç etin yok" diyor ve yüreğime yüreğime bıçaklar giriyor o zamanlarda. 

O Ankara”da kim bilir nasıl üşüyordur. Kaç kişi kalıyorlar yurtta,  annesini babasını özlemiştir. Ne kadar zor durumda ne kadar da bana ihtiyacı var. Atlasam bir otobüse gitsem.
Her gün mektuplar yazıyorum ona yollamadığım, hala sakladığım mektuplarım. 

Aradan bir yıl geçiyor, ben dershaneye başlıyorum.  O çıkışlarda beni almaya geliyor. Aramızda özel bir  konuşma yok. Sevgi var da söylenmiyor gibi. Ben öyle kabul ediyorum. Her gün arıyor. Yanıma geliyor, her şeyden konuşuyoruz. Görüşeceğimiz zaman beni en şişman gösteren kıyafetleri seçiyorum. Biz bir çiftiz bence,  herhalde evleniriz çünkü çok güzel anlaşıyoruz. Allah beni çok sevmiş ki  böyle sakin birini ,  acısız bir aşkı vermiş. Annesini de çok seviyorum o da beni seviyor bence, gelini gibi bakıyor bana
Bir gün arkadaşım "hadi artık aşkını açıkla şu kıza"diye baskı yapıyor ona.Bana da telefon kulübesinden haber veriyor ". Bu akşam buluşacağız ve her şeyi açıklamasını isteyeceğim. Söz yüzüğü filan takın artık aranızda" diyor. Gülümsüyorum.

 Ben de gelecek güzel cevabı bekliyorum. Aradan bir iki üç dört gün geçiyor Boran konuşmuyor. "Açıklamak istemiyorum" demiş ve kaçmış Sonra grubun diğer elemanlarından benim  kızlardan birine haber geliyor. Beni değil, sarışını seviyormuş  ama açılmaya cesaret edemiyormuş ".Neee , Arzu'ya mı? "diyor arkadaşım.
"Ben ilk günden beri onu sevdim ona,  aşığım" demiş.
Peki neden hep Betty'nin yanındasın,  arıyorsun,  görüşüyorsun"  deyince, " ben onu kardeşim gibi seviyorum" demiş.

Apartmanın  girişindeki kalorifere yaslanmış, gelecek haberi bekliyordum .Yüzü darmadağın arkadaşımın. "Arzu'yu seviyormuş" diyor. On yedi yaşındayım ve  bundan sonra ben yaşayamayacağım.

Korkunç bir yıkım bu, her şey bitecek . Boran  benim kardeşim gibi sevdiğim Arzu 'yu seviyor. Arzuya nasıl bakacağım ben, o  ne kadar üzülmüştür bunu duyunca. Tam bir hafta ağlıyorum. Gözlerim şişiyor ağlamaktan, açılmıyor göz kapaklarım. Annem sürekli soruyor , derslerden diyorum. Yemek yiyemiyorum, iyice zayıflıyorum. Yürürken bacaklarım titriyor yere düşecek gibi oluyorum, göğsüm sürekli sıkışıyor. Teyp sabaha kadar açık, bildiğim ne kadar acıklı şarkı varsa dinliyorum. Sigara içiyorum, ağlıyorum. Artık içimi çekmekten karın kaslarım yırtılacak gibi oluyor.

Bu başıma gelecek en kötüsüydü diyorum. Daha kötü olamaz. Ama oluyormuş, kötünün de kötüsü varmış

Hahaha. Nedense bu zamana kadar bu konuda hiç konuşmayan canım kardeşim Arzu, Boran”la çıkmaya başlıyor.

İkinci bir kıyamet!Bu kadarı da üç gün içinde olmaz ki.

Nasıl ,neden, aaa , yok canım, olamaz  peki ama niye?  sorularından başka bir şey çıkmıyor benden.

On yedi yaşında bu kadar darbe çok geliyor be. Ama yine de ben arkadaşımı çok seviyorum. Bu beni etkilemez, her şey bitse de biz arkadaşız. Onu nasıl silerim ben, başka arkadaşım yok ki. Onu silmek, hayallerimi de silmek demek. Ben nasıl toparlanırım yeniden hem aşk acısı hem arkadaş acısıyla.

Telefon ediyorum Arzu'ya bir gün . Ablası; Onlar Boran'la Kadıköy'e gittiler" diyor. "Boran Ankara'dan geldi de"
Nasıl da normalleştiriyor insanlar bu kadar zor anları. Nasıl da sıradan bir şeymiş  gibi söylüyor arkadaşım bana. Aşık olduğum çocuğun , kardeşim gibi sevdiğim kişiyle buluştuğunu, flört ettiğini. Normalleşiyor her şey...

Arkadaşlığımız bu yüzden değil  ama  birkaç yıl sonra  bambaşka, osuruktan bir sebeple bitiyor. Biz dört arkadaş değiliz artık. Yürürken sokakları inleten, muhteşem dörtlü yok artık. Bitti.

Son birkaç yılda yaşadıklarım yüzünden zor toparlanıyorum. O zaman bu çocuktan ayrıldım unutmak için bununla çıkayım dönemi değil. Aşıksın ve bu acıyı çekeceksin kardeşim, bize yakışmaz hemen yeni manita yapmak.

Kalbim ikiye bölünüyor; bir tarafta Boran”ın diğer tarafta Arzu”nun bir türlü hazmedemediğim aşkları. Ağırlaşıyor kimi zaman o taraf. 
neden diyorum uzun yıllar boyunca,  neden?
Bu soruyu içimden defalarca soruyorum onlara. Küçüktük, diyorum, çok küçüktük, evet, ama onlar bana karşı çok profesyoneldi. Bense amatör aşkımla en çok hasar alan taraftım.

 Her şeyin bittiği gibi bu aşk da bitti bir gün ...Arzu başka biriyle evlendi. Boran bekardı.(bunu da çook zaman sonra öğrendim)  Bu arada ikisinden de bir haber alamadım yıllarca. Elimdeki fotoğraflara, mektuplara bakıyor, hem Arzu'yu hem Boran”ı her şeye rağmen çok özlüyordum.
Büyüdüm büyüdüm... başka bir sürü kötü aşk  yaşadım. Aptal yerine kondum sonra da yavaş yavaş palazlandım. 

Bir gün aynı yoldaydık ikimiz de...Kadıköy”de.Onunla. Yan yana. Büyümüştü o da,  evet, duruşu bakışları değişmişti. O  uzuuuunnn yıllar  derinlere  sakladığım o kesik,  onun sesini duyunca tuz basılmış yaralara döndü. Resmen varlığını belli etti. Nereden çıkmıştı şimdi bu kalp sızısı. 

Saatlerce konuştuk, eskiden, okuldan, iş hayatından. Gözlerine bakamıyordum hala konuşurken. Arzu boşanmış, haberini ortak arkadaşlardan almış. O ise evlenmemiş hiç.  "Arzu”yla evlenmem için baskı yapıyorlar arkadaşları" dedi. "İyi, evlenin tabii" dedim. Madem yıllar sonra karşılaştınız,  kaderin senin bu sarışın " dedim. Bir yandan da hayır, tekrar buluşmasınlar, bunu istemiyorum diyordum.
O gün onu gördükten sonra  evime giderken "vay be," dİyorum. "Ne aşşkmış, ne sarışın sevdasıymış bu".

Bu görüşmeden bir yıl sonra yine ortak bir tanıdıktan  evlendiklerini öğreniyorum. Nasıl olmam gerekiyorsa öyle oluyorum...

Kırıklıklar geçmiş ama şimdi daha farklı daha tuhaf bir duyguya kapılmıştım. İsmi yok...
Belki bir umut demiştim ona Kadıköy'de rastladığımda. Gözlerime çok güzel bakmıştı çünkü. Pişman  gibiydi, beni yine  sev, der gibiydi. Belki tekrar severdim onu.
Ama şimdi tekrar,  ikinci kez kaybetmiştim onu. 
İki kez de kaybedilir mi insan, be...

Bir gün telefonum çaldı. Bilmediğim bir numara. 
Alo?
Sessizlik
ALO?
Naber Betty!
....

Bu sesi unutmak mümkün olmadığı için "Aaaa. Boran,  sen misin, nasılsın filan. Ses titremesi,   dizlerin çözülmesi, nefessiz kalma olayı.
Ben ki çoktan vazgeçmiş, unutmuştum  aşkı,  aşık olmayı, birine inanmayı, birilerinin gözünün içine bakmayı.
“Akşama buluşalım,  içelim,  anlatacağım şeyler var” dedi. "Allah allah" ne alaka şimdi bu. Hem Arzu duysa bozulmaz mı benle buluştuğuna. "Boş ver sen, gel" dedi.

Karlı bir akşamdı. Kadıköy sokakları ıssızdı. Herkes soğuktan kaçıp, evlerine sığınmak istiyordu. 
Aklımıza ilk gelen yerde buluştuk. Bunca yıldan sonra, saçlarımızda beyazlar, kaz ayaklarımız ve biraz kırgın biraz yorgun olarak karşıladık birbirimizi. 
Çok değişmişti, donuktu. Gözler değişmiyor bir tek; bakışlar... ama onlar da donuktu. solgun, kırgın,  mahcup bakıyorlardı bana . Bense hala gözlerinin içine bakamıyordum. 

Evliliği berbat geçmiş, detaylarını yazamayacağım;  bok gibi ortada bırakılmış aslında.

İkinci rakımdan bir yudum alırken gözlerimde yaşlarla  taaa on yedi yaşından beri bastırdığım zavallı, yaralı, yıpranmış çocuk aşkımın sesiyle, çok zor ve kısık olarak , ona yaklaşarak ve gözlerinin içine bakmaya çalışarak “sana müstahaktır, beni çok üzmüştün" dedim. Durdu. Yutkundum. Tekrar yutkundum. Ellerimi tuttu , çekti kendine. "Çok üzgünüm, çok!"dedi.  Ben yine titreyen dudaklarımla kesik kesik "ben, ben.. on yedi yaşından beri çok üzgünüm" dedim. 
"Bu aşkınız dostluğumuzu da  bitirdi; bu daha da kötüydü. Ben hem aşkımı hem kardeşimi kaybetmiştim...Ve bunu siz flört eder eğlenirken yataklara kapanıp tek başıma yaşamıştım, kimselere anlatamamıştım. Bu büyük utançtı benim için"

Pencereden dışarı baktım, ne güzel kar yağıyordu. Ona döndüm "kaç kış ben seni hayal ettim,,  biliyor musun.  Ellerimden tutup, karlı yollarda benimle gezeceğini kaç kış hayal ettim"

"Çıkalım mı?" dedi. "Hayır, artık çok üşüyorum" dedim.  Durdu, gözlerini mahcup mahcup bana sonra yere çevirdi

Meyhanede bizden başka bir masa daha vardı ve  fonda Zeki Müren “ Seni sordum yıldızlara, seni  sordum yalnızlara” diyordu. Rakı bardağımın içine  kısa bir sağanak başladı. Ağlamak, zayıf kadını oynamak istemiyordum. Arabeskleşmenin manası yok,  diyordum ama beceremedim. O çok beğendiğim ellerini uzattı, benden başka herkese dokunan ellerini...Gözümdeki yaşları sildi. “Çok üzgünüm, çok pişmanım , büyük hata ettim ben, çok büyük” dedi. "Senin değerini bilemedim ben. 

Siyah saçı yok denecek kadar azdı. Yanakları hafif çökmüştü.
“ yanlış kişiyi sevmişim ” dedi.
Sustum ben,
Sustum...Çünkü on yedi yaşındaki yerlerim ağrıyordu; çok ağrıyordu. O geceye döndüm tekrar. Beni değil, Arzu'yu  sevdiğinin  haberini aldığım geceye.  Küçüktük. Küçüktüm. İncecikti ellerim , kocaman, saf ve ürkekti gözlerim. Amatördüm aşklara, hayata.

Sessizce kalktık sonra, evlerimize gittik.. İkimiz de gözden kaybolana dek sürekli başımızı çevirip arkamıza baktık.

Birkaç gün önce mesaj attı; "senden sadece sana sarılacağım bir kaç saatini istiyorum. Sadece sarılmak.  Bu hata  bana çok ağırlık veriyor, kendimi sürekli suçluyorum"
.
”Sürüüün”  dedim,  espriyle karışık. ”Çok süründüm zaten, seçimimin bedelini ödedim” Dedi.
“Sadece birkaç saatini istiyorum senden,  hiç hakkım olmasa da;  sarılmak, unutmak, affettirebilmek için”...

"Ben esmer bir kadını sevdim
ve ona benzemek, onun gibi olmak istedim" diye bir şiir yazmış


Siz olsanız affeder miydiniz. Hem affetmek nasıl bir şey ki?  Her şey bitecek mi? Üzüldüğüm günler silinecek mi?  Her şey bu kadar kolay mı? Birini öldürüyorsun mesela,  sonra ailesine gidip "beni affedin,  ben çocuğunuzu öldürdüm" diyorsun . Mümkün mü?
Siz affeder misiniz benim yerimde olsanız?

 Affetmek nasıl da küçücük, kısacık, söylemesi çok kolay bir kelime, değil mi?

Keşke gerçekte de böyle olsaydı...


"Bana on yedi  yaşımı verebilirsen, affederim" dedim...



3 Kasım 2013 Pazar

GARİP BİR HOME PARTY

Tam bir sene önce Makedonya seyahatinde tanıştiğim bir grupla tekrar görüşmeye karar verdik. Karı koca evlerinde bir parti veriyorlar. Kesinlikle katılıyorum dedim. Ben ne zaman birine söz versem strese girerim. Ya o gün geldiğinde görüşemezsek, başıma bir iş gelir, hastalanırım da ya gidemezsem, ya da trafik tıkanır ben yollarda sabaha kadar kalırsam diye mideme ayrı başıma ayrı ağrılar girer. En stresli iştir birilerine söz vermek, plan yapmak. Ben tatile giderken bile  bir gün önceden plan yapan biriyim. Hatta iş yerine söylemeye mecbur olmasam, gittikten sonra arayıp "ben bu hafta yokum" demek gelir içimden. Zaten en erken Cuma sabahı söylerim izne çıkacağımı. Hatta bazen gidecegim yere karar veremediğim ya da yer bulamadığım için Pazartesi işe geri döndüğüm çok olmuştur.

Neyse,  gelelim home partiye. Nişantaşı”na yakın bir yerde. Öğleden sonra ailevi bir olayla ilgili sıkıcı  bir haber geldi.  Evdekilerin yanında oturup onlarla olmam lazım. Kesinlikle parti ortamına gidecek durum değil yani. Onlar orada üzülsün, ben "hadi siz üzülün ama verilmiş bir parti sözüm var" demek olmaz. İnsanlar saat  sekizde buluşacaklardı  parti evinde.

Saat 8.30 da telefonum çalmaya ,mesajlar gelmeye basladı. “Hadi gel, bak bu saatte köprü rahattır, hiç gelemezsin sonra”  filan falan diye beni kandırmaya çalışıyorlar . Ben ne telefonlara ne mesajlara cevap veriyorum. Saat dokuz oldu,  yirmi tane mesaj ve çağrı. Onlara  ailevi bir durum olduğunu, gelemeyeceğimi söylemenin nasıl  stres verdiğini  biliyor musunuz. Yüzüm kızarmaya, ateş basmaya başlıyor. La havle çekip duruyorum. En sonunda toplu mesajlarla beni taciz eden arkadaşlara,  “ailevi bir durum var, evden çıkacak gibi değilim,  utancımdan telefonlarınıza çıkamıyorum; ne olur beni affedin, bir dahaki hafta bana gelirsiniz, güzel bir parti yaparız” diyorum. Aman efendim, sen misin bunu diyen. Çekirge sürüsü gibi hepsi bir yerden saldırıyor. Biri iş telefonumdan biri kendi cebimden biri mesajlarla lafları geçirdikçe geçiriyor. “Yuuh sana, insan sözünde durur be, kaç haftadır herkese uysun diye uğraşıyoruz,  saat dokuz  olmuş ve  sen bize bunu şimdi söylüyorsun” .” Ben siliyorum seni” dedi diğer çocuk,” ya , ne olur yeterince eziliyorum zaten utancımdan, yapmayın , etmeyin” dedim.. Ailem üzgünken nasıl partiye gidiyorum derim. Çözüm anında hazır,” bir arkadaşıma acil kan vermeye gidiyorum de, çık gel” dedi biri. Öbürü de “açık açık söyle” dedi.” Söz vermiştin ama, söz “ dedi biri . Tahminen yirmi dakika boyunca tüm hakaretlere maruz kaldıktan sonra,” geliyorum a.k.” yazdım. Kızın biri de adımın soyadımın baş harflerini yazdığımı sanmış; kibarcığım...

Neyse bin bir yalanla büyük kurtarıcı kombinasyonum olan  kot  pantolonum ve siyah kazağımı giyerek, fırlıyorum evden. Bir taksi bir dolmuş tekrar  bir taksiyle parti evine varıyorum.. Ellerim bomboş,  içki alacak vaktim bile olmadı; rezil durum yani. Kapıyı çalıyorum. Salon dolu, ama kapıyı açanı tanımıyorum. ”Merhaba” diyorum. “ Hoş geldiniz efendim,çantanızı alayım” diyor beyaz gömlekli, siyah pantolonlu, siyah papyonlu çocuk.  Hoppala!.. Ne efendisi, ne çantayı alması, nereye geldim ben. “Yok canım,  zahmet olur, ne gerek var” diyorum.  İçeriden “Ooo,  hoş geldin, hayırsız arkadaş!  Saat on! Yuh beee”  sesleriyle tam tahmin ettiğim gibi kibarca! karşılanıyorum. Ayakkabılarımı çıkarmaya yelteniyorum.. “Çıkarma .çıkarma” diyorlar ki en gıcık olduğum olaylardan biridir. Görgüsüzler dedim, bir de garson tutmuşlar, oturduğu yerden hoş geldin diyorlar. Kızların altında 5 punto ayakkabılar, üstünde bol bluzlar,  gayet ciks kıyafetlerle ellerinde içki bardakları salım salım salınarak huzuruma çıktılar. Saçlar yapılmış, makyajlar okey, gözler de hafif şaşılaşmış içkiden. “Çok şükür gelebildin” fırçalarının ardından , ev sahibi arkadaş çocuğa “ıslak mendil ver hanfendiye ayakkabıları için” diyor. “Yok canım” diyorum,” ne münasebet,  ben köpek bokuna bastığım ayakkabıyla eve girmem”. deyince "Sen bilirsin" deyip,  bana banyo terliğine benzeyen mavi bir terlik veriyorlar. Ben tam bir kromançe oluyorum. Gözüm ayakta el pençe divan duran garson çocukta. Dört oda bir salon ev;  salon bizim salonun abartısız üç misli. Değişik objeler, ışıklar,  içkiler,  müzik  ve ayakta dikilip gözlerime bakan garson! “Ne içersiniz efendim”. Bu "efendim" lafından da hiç haz etmem. “Estağfurullah,  ben alırım,” deyince ev sahibi olacak adam  “Aaa , olur mu,  biz onu bu iş için tuttuk; onun işi o,  bırak doldursun” deyince nasıl utanıyorum, nasıl eziliyorum. Bir şey anlatmaya başlıyorum arkadaşlara ancak garsonu tanımadığım için haliyle rahat konuşamıyorum. Kaş göz işaretiyle kızlardan birine “ya,  kızım,  çocuk gözlerime bakıyor, lokmalarımı sayıyor sanki ben rahat edemiyorum" der demez,  daha lafımı bitirmeden ukala bir ses tonuyla, “Garsooonn, içeride dur sen , bir süre mutfakta bekle, kadın senden rahatsız olmuş, biz çağırınca gelirsin”  demez mi.” " Hay Allah cezanı vermesin, sarı kafa! Sus, ayıp!” falan derken,  o, garsonun duyacağı şekilde  “Aman kızım,  ne olacak, parasını veriyoruz, yapsın görevini”  demez mi. Ben utancımdan nereye saklanacağımı bilemiyorum" Ayıp ya, günah çocuğa, neden böyle eziyorsunuz"  dememe rağmen o sanki inatla, “Garsooon, dur gitme, hanımefendiye bir tekila ver, öyle git”  diyor. 

“Tabii efendim”, deyip,  tekila sut servisimi yapıyor çocuk. Huzursuzluğum geçsin diye üç tane tekilayı içtikten sonra partidekilere "ee, sen nasılsın,  ise devam mı ?" gibi gayet sıradan sorular sorup,  gerginliği dağıtmaya çalışıyorum.  Ama aklım hala garsonda; acıyorum, içim sızlıyor. Kim bilir hangi köyden geldi, ailesine para gönderiyordur böyle zengin, şımarık insanların evinde  çalışarak diye düşünüyorum. Ev sahibi eline eşşek zki. kadar bir puro almış, bacak bacak üstüne atmış, kalkılarak oturuyor karşımda. “Garsooonn” diyor.  Eyvah diyorum, yine bir bomba patlatacak bu adam, çocuk yine rencide olacak

“Gel gel,  bak hanfendi seni çok beğenmiş" .  Ben  "yuh artık, şımarıklığın böylesi"  derken, çocuk bozulmasın diye ağzımı zoraki gere gere gülümsüyorum. (Böylece daha da çirkin oluyorum. “Çok yakışıklısın sen, neresi memleket?“ filan diyerek,  ortamı yumuşatmaya çalışıyorum ama hala partiye konsantre olamadım. Çocuk onun halinden anlayan birine rastlamanın mutluluğuyla” Ağrı” diyor.




İki tane zibidi kız “Ağrı nerdeydi lan, Güneydoğu da mı, Doğuda mı?”  diye şuh kahkahalar atarak, elindeki şarap kadehini dökmemek için bir de ellerini  yukarı kaldırıyorlar; gözümde daha da gıcık oluyorlar. Çocuk alı al moru mor, elleri öyle ortada kalıyor ne yapacağını bilmez bir şekilde.”Sen coğrafya okumadın mı, kaç yaşına gelmişsin bilmiyor musun Ağrı'nın nerede olduğunu, Nişantaşı'ndaki barları sorsam hepsini bilirsin ama” diyerek kızı terslediğimi düşünüyorum. Kız hiç bozulmuyor  bile,  aksine bir de çocuğa “Senin pasaportun var mı garsoooon” dıye şımarkça  soruyor . Çocuk da utana sıkıla “yok” diyor. Arkadaki züppe de “ahahaha, hadi lan, yoksa hiç yurt dışına çıkmadın mı sen?"  diyor,  kazma dişlerini göstere göstere. Ben de “Ee benim var da ne oldu,  yıllarca uçak korkusundan her yere otobüsle gittim” diyorum garsondan tarafta olduğumu  belirtmeye çalışarak.
 “Ahah aha aha.. bir tek İstanbul' la Ağrı'yı mı gördün yoksa sen ” diye devam ediyor kazma dişli.  Çocuğun ayağına basıyorum  mavi tuvalet terliklerimle. “Kendine gel, terbiyesiz” diyorum.. O da yüksek sesle, “Bak A. Hanım çok rahatsız oldu, sen içeri git istersen” diyor.

“Lütfen,  gel yanıma otur, ben onun ayakta durmasını istemiyorum” diyorum.
Garson bir ev sahibine bir bana bakarak ortada kalmışlığın huzursuzluğuyla iyice geriliyor.

“ Yuh artık , kadeh tokuştur  bari garson bey” diyor  züppe ev sahibi ağzındaki purodan derin bir nefes alarak. (İnşallah boğazına kaçar o puro da geberir diye dua ediyorum, tutmuyor)  “Tokuştururum “diyorum ben de. “Lütfen  kendine bir içki koy, bir tane da bana”. “Olur mu hanfendi,  ben çalışıyorum “diyor ev sahibine bakarak. Ev sahibi adam “İyice yüz veriyorsun şu alt tabakaya “ deyince,  yuh artık terbiyesizleşti diye geçiriyorum  içimden. Elim ayağım titremeye , yüzüm iyice kızarmaya başlıyor. Çocukla dalga geçtikleri her cümlede ben ondan beter oluyorum. Garson çocuk mutfağa gidiyor. Sesimi duymasın diye kısık kısık “napıyorsunuz siz, yaaa, delirdiniz galiba, ne içtiniz böyle, kafayı bulmuşsunuz iyice” diyorum.Umurlarında bile olmuyor; yine gereksiz kahkahalar atıyorlar. Bu gece çok gereksiz olarak 300 kahkaha atıldı.

Ben kısık sesle konuştukça, onlar bilakis çocuk duysun diye, “ay, nolacak,  onlar alışık böyle partilere, para kazanıyorlar işte ” deyince. "Başlıcam paranıza heee, zengin olduğunuzu göstermek için garson tutmuşsunuz,  sürekli küçük düşürüyorsunuz , bu mi sizin eğlence anlayışınız diyorum".
 "Aman ya, amma da taktın garsona!  Al,  bu gece evine götür bari"  deyip, çocuğun duyacağı şekilde böğürüyorlar  resmen.
Ben konu dağılsın diye dj lik yapmaya başlıyorum,  yeter ki  ortam yumuşasın,  bu kafayı bulanlar garsonla uğraşmaktan vazgeçsin diye, dikkatlerini çekecek her konuda konuşmaya başlıyorum.. Şımarık ev sahibi gözlerini süze süze “ garsoon, “ şu birayı versene” diyor , masanın sadece bir kaç karış uzaktaki kısmından  (İnşallah ağzına burnuna döker o birayı da rahatlar) 
En sonunda ev sahibi, garson  çocuğu kırdığını anlamış olacak ki  insafa geliyor.. “Gel canım gel,  biz şaka yapıyoruz sana, darılmadın değil mi”  deyince garson çocuk en masum haliyle gülümsüyor. Nasıl da seviniyorum ( Ohh,  tamam, her şey düzeldi) “Gel gel,  yanıma otur,   katıl bize, sen de eğlen” diyor.
Çocuk inanamıyor duyduklarına. Kibarca portakal rengi koltuğa otururken ev sahibi olacak o pislik,  koltuğu çekiyor ve garson paldır küldür yere yapışıyor. Aman Ya Rabbim!  Çocuk bitti  derken garson çocuk ayağa kalkıyor. Kibarlığından taviz vermeden, papyonu çekip yere atıyor.
“Bu ne yaa, “üç be ş kuruş vereceksiniz diye bu yaptığınız  terbiyesizlik nedir, alın paranız da sizin olsun”  deyince benim gözlerde yaşlar ön saflardaki yerini almaya başlıyor  Ohaa ya,  diyorum;  çocuk kapıya doğru yöneliyor. Sarışın gıcık hatun “Ay, dur,  paranı al da git A... var mı üstünde 50 TL , ver çocuğa parasını alsın da öyle gitsin" diyor. Garson " istemiyorum paranızı sizin” diyor. Çantamı aldım ,sinirle kalktım ve onlara dönüp “Sizin bu kadar iğrenç ve görgüsüz olduğunuzu bilmiyordum, gerçekten çok aşağılık insanlarmışsınız,  Buraya ne zor şartlarla geldiğimi biliyorsunuz, bunu göstermek için miydi tüm çabanız"  deyip,  garsonun peşinden koşuyorum. Apartmanın kapısında elinden tutuyorum onun " sakın üzülme, gel bir yerde oturup dertleşelim ama sen ısmarlayacaksın bak,  ha” diyorum  o Türk filmlerindeki zengin yaşlı çok bilmiş kadınlar gibi. Arkamdan kapı açılıyor;  ev  sahibi. Baktım garson gülümsüyor. “Yaaa,  girin içeri “diyor gülümseyerek. Ben garsonu sahiplendim ya yedirmeyeceğim onlara. Kolunu sımsıkı tutup “Sen eğlenmene bak,  pis züppe , biz gerçekten eğlenmeye gidiyoruz.” dedim. Baktım içerideki misafirler kapıda hep beraber gülüyorlar. “Kızım nereye götürüyorsun kardeşimi, bizde kalacak o bu gece.” dedi ev sahibi.
???
???
“Ne,  nasıl yani?” dedim salak salak bakarak. “Kızım,  şaka yaptık ya, sana sürprizimiz var dedik ya, işte buydu. Bu garson marson değil, benim kardeşim". “Ağrı'lı filan değil mi? “dedim, gecenin en aptalca sorusunu sorarak. Bu sefer kahkahayla gülmeye başladılar.Garson da hayır anlamında  başını sallıyor. Ben hala çok kızgınım, çok üzgünüm garson için;  hepsinin bir oyun olduğunu kabullenemiyorum. Kalbim hala hızlı atıyor, hala çok sinirliyim.  “Yaa kızım,  gir içeri , şakaydı " deyince. "Bırakın beni ağlayacağım, çok sinirlendim. Gerçekten çok iğrençsiniz, şimdi daha da kızdım size, bu sinirim ve nefretim bir iki saatte geçmez” dedim. Sakinleşmem toparlanmam lazımdı; bana güçlü kuvvetli bir absent verdiler.






 Hala ağlamak istiyordum, hala garson çocuğu ev sahibinin kardeşi olarak düşünemiyordum. "Ya kızım, sen böyle şeyleri yemezdin, bu kadar mı safsın" diyor birisi, öbürü kendini kanepeden yerlere atıyor şaşkın salak suratıma bakarak ” Ya pisliksiniz çok pislik! Bu kadar mı güzel oynanır bir oyun” dedim. Şimdi ne yapayım? Garsonu döveyim mi, yoksa bir abla şefkatiyle seveyim mi?  Üzerine o kimliği o kadar çok uydurmuştu ki, gecenin devamında garson olarak görüyordum hala onu.
Siz siz olun  başkasına yapmaya kalkmayın bu şakayı,  hele benim gibi yufka yürekli,  saf birine:P

Yatağıma uzandığımda içim absentten alev alev yanıyordu; Dünyada neler neler oluyor beaah, ama olsun hayat bazen güzel,  baksana , Nişantaşı”ndan Bostancı”ya yirmi dakikada geldim. Daha ne olsun. Hem de Cumartesi gecesi...

22 Ekim 2013 Salı

HİÇ KIZMA, ONLARIN GÖTÜNÜ BİZ KALDIRDIK

Bu akşam başka bir konuda yazmayı planlıyordum aslında. Ancak bir arkadaşım telefon etti, sinirlendim ve hemen yazmaya koyuldum.
Bu kızın karşısına da adam gibi adam çıkamadı gitti(hah! sanki bana çıktı ya)
Bir akşam Kadıköy’de rakı balık yapıyoruz. Benim tatlı arkadaşım kafamın arkasına doğru bakıp gülümsüyor. Kıza iyi saatte olsunlar geldi herhalde dedim, yalnızlık başına vurdu, boşluğa bakıp gülümsüyor zavallım.
Bir süre sonra “Ay , senin arkanda bir kel var , bak bakalım nasıl?” dedi.  Bu klasik hatun muhabbetidir. Arkadaşın onaylarsa tamamdır, hemen oracıkta mutlu mesut bir hayat bizi beklemektedir. “Ama şimdi değil,  buraya bakıyor, dur bekle biraz, hah tamam,  şimdi bak”. Eşek gibi gözlerimle mahsusçuktan arka taraftaki çalgıcılara bakarmış gibi başımı şöyle bir çevirdim; kel bir herif yanındakinin kulağına eğilmiş bir şey söylüyor. Adamın yüzünde meymenet yok ama neyse,  arkadaşımın mutluluğu önemli; ben beğenmesem de olur, evlenecek, çocuk yapacak olan arkadaşım ne de olsa.
“Hımm.. güzeeel” dedim,  kız soğumasın kısmetinden diye.
Ayyyy. nasıl da istiyorum  kelin arkadaşımla çıkmasınııııı, kaportacı bile olur yeter ki kızı mutlu etsin.  Hemen sevgili olsunlar, haftaya buraya gelelim, kutlayalım; işte,  tanıştığınız yer diye. Neyse,  biz yine dertleştik fonda Zeki Müren çalarken. Bir arkadaşımı gördüm o sırada “biz şuradayız,  siz de gelin oraya,  hohoo” deyip,  gitti.
 Hadi,  bir de oraya gidelim deyip,  hoppidik zoppidik olduk.
Arkadaşımın aklı kelde kaldı. Ben dedim ki, yavaş yavaş kalkalım, ağır hareketlerle ki kalktığımızı anlayıp kararını versin,  tanışacaksa tanışsın. Garsondan yüksek sesle hesabı istedim. Biz gidiyoruz kel,  bilesin gibilerinden.
Sonra ayağa kalktım;  şalım düştü, bela okuyarak şalı yerden aldım, o sırada sigara paketi düştü derken kel orada artık hayatının planını yapmıştı muhtemelen…
Biz kalktık gidiyoruz konuşa konuşa. Aaa,  bir baktım,  yanımda çıplak kafalı biri mıy mıy bişi diyor arkadaşıma. Ben,  aa adam yanına geldi,  çıkacaklar bunlar, sevgilisi olacak arkadaşımın,  ben de bir tane bulurum, dördümüz beraber gezeriz; haftaya dört  kişi burada içeriz, önümüz bayram,  tatile de gideriz falan da filan da derken  şöyle bir cümle duydum, “ Beraber yürüyebilir miyiz?” . Nasıl yani,  yürüyüş? Hayır,  bir insan nereye kadar yürüyebilir ki? Ya da sadece seninle yürümek istiyorum mu demek istedi. Tek istediği yürümek Kadıköy’de yani,  öyle mi? Sahilde,  Altı yolda filan yürüyecekler yani. Sonra yorulunca? Tamam,  yürüdük bitti,  sen yoluna mı diyecekti.
Adam süzme salak diye düşünürken - şimdi burada hayatımda çok az kullandığım ve sık sık kullanmak istediğim ama  ortam bulamadığım için bir türlü  kullanamadığım o  kelimeyi gerçek anlamında kullanacağım- )Topuklu ayakkabılarımın teki  rögar kapağının içine takıldı. Bir adım attım,  ayakkabı orada,  benim ayak çıplak. Haydaaa.. Kel,  arkadaşımın yanında yürüyor ve konuşuyorlar gibi bir şey . Ben tek ayak üstünde Kadıköy’ün ara sokaklarında zıplıyorum, Hay Allah’ım rezil olduk diye diye.
 
 
 
 
Topuklu ayakkabım rögar (!) kapağının oradan bana bakıyor. Kapağın başında dört yeni yetme delikanlı gülmekten gebermek üzereler. Geri dönüp ayağımı ayakkabıya sokup bir hamle yapıyorum. O da ne?  Ayak Kadıköy sokaklarında,  ayakkabı orada sıkışmış garip garip duruyor.  Sonra o dört çocuk “Yardım edelim mi ?” diye kikirdiyorlar. Bir tanesi eğilip çekti ayakkabıyı ve elime verdi. Bir nevi Külkedisi masalı. Ben ayakkabıyla uğraşırken kel ve arkadaşım epey ilerlemişler(!)di. Dört genç bana çok yakın saflarda  bir süre eşlik ettiler. Arkadaşlarımın bulunduğu bara gelince rahatlamıştım. Kel gitmiş, arkadaşım bana kalmıştı.
“Eeee” dedim kıza
“Ayy, sorma,  bana yürüyelim mi dedi, yaaa”
Dedi.
Ağız burun eğme, adam heyecanlanmıştır, belki uzun zamandır flört etmemiştir, belki hastaneydi hastaydı ortama yeni çıktı ya da uzun zamandır evliydi evliliği bitti adam bu arada nasıl flört edildiğini nasıl yaklaşacağını unuttu, aradan çeyrek yüzyıl geçti kızım dedim.
Adama "siz telefonunuzu verin, ben sizi ararım" dedim ama adam  “benim telefonumun şarjı bitti arkadaşımınkini vereyim, oradan arayın ” dedi. Öyle deyince verdim benim telefonumu dedi. “ adam kesin evli” dedim.
Aradan bir saat geçmeden arkadaşımın telefonu çaldı. Arayan kel. Arkadaşının telefonundan arıyormuş. Ptesi ben seni ararım demiş arkadaşıma. Ertesi gün Pazar neden Pazar günü aramıyor diye güldük. Her neyse Pazartesi günü kel, kızı arıyor. Kız neden Pazar günü değil de bugün aradın, doğru söyle bana sen evli misin diyor. Adam da ben sana dürüst davranmak istiyorum çok mutsuz bir evliliğim var, sadece kızım için katlanıyorum diyor. Hem ayrıca benim evli olmam seni neden ilgilendiriyor o benim sorunum diyor. Arkadaşım da evliliğe ve aile hayatına son derece saygı duyduğunu ve kendisini bir daha aramamasını söylüyor. Adam tüm yalvarmalarına rağmen kızı ikna edemiyor.
 
 
 
Aradan birkaç gün geçiyor,  arkadaşımı bir kadın arıyor. Kadın buna kimsiniz diyor, siz kimsiniz filan deyince kadın çok özür dileyerek “Kocamın telefonunda bu numarayı gördüm. Aranızda ne var, kocamla görüşüyor musunuz” diye çok da mağdur bir ses tonuyla konuşuyor. Kız da nasıl tanıştıklarını anlatınca kadın; “ne olur kocamla görüşmeyin, bizim bir kızımız var ve kocamı kaybetmek istemiyorum” diyor. Derken bunlar epey bir konuşuyorlar kadını aralarında bir şey olmadığına ikna ediyor arkadaşım .Kadın “n’olur sizi aradığımı sakın kocama söylemeyin, beni döver” dedikten sonra arkadaşım kendini son derece suçlu hissederek hemen beni arıyor. Ben hamamda sıcak su havuzunda yüzerken bunları dinlemek zorunda kalıyorum. Onu suçsuz olduğuna ikna ediyorum; rahatlıyor. Aradan bir süre daha geçiyor,  biz tatildeyiz arkadaşımla,  denizin ortasında yüzerken bana . “Ben birisiyle tanıştım” diyor, aman dikkat!  evli değildir inşallah diyorum.
Yok,  diyor internetten bir yerden bulmuş, bizim mahalleye çok yakınmış. Adamın teknesi varmış yalnız yaşıyormuş ayın yarısında Avrupa’daymış,  köpeği varmış atı varmış domuzu varmış bi şeyler bi şeyler.
Göster fotoğrafını dedim. Güneş gözlüklü teknede bir fotoğraf; beyaz dar t-shirt giymiş ve yakasında kalın gümüş zincirlerden var. Bak kızım dedim, adamda üç ofsayt  pozisyonun üçü de mevcut. 1 teknede poz vermiş, 2 beyaz dar t-shirt giymiş, yakasını açmış , 3 kalın zincir kolye takmış. Birincisini geçtim hadi. Ancak 2 ve 3 için asla ve kata yanılmam. O eşek gibi zincirlerden takıp da  bir tane düzgün, efendi, ilişki yaşanacak bir adama rastlamadım. Hele hele beyaz dar body giyip yakasını açmışsa,  kesin günübirlik ilişkiler yaşıyordur bu,  dikkatli ol dedim. Body giyenden koca olmaz!
Adamla mesajlaştılar biz tatildeyken. O da Paris'teymiş filan falan. Bir kere çay içmişler. Bak dedim bu adam şimdi seni ikinci görüşmede evine çağırmazsa ne olayım. Böyle adamlar bir kez dışarıda çay ya da kahve içmişlerse ikinci kere asla içmezler, vakit kaybetmek istemezler. Direkt eve çağırırlar. Bu yazıyı yazmadan önce spordan gelmiştim spor salonunun silme testosteron yüklü erkekle dolduğunu ve o enerjiyi yer hareketlerimi yaparken resmen üzerimde hissettiğimi düşünüyordum ki kız aradı. Yaa dedi, “ ne oldu biliyor musun,  Bu Tolga denen o  dar bodyli herif” gel bana sana ellerimle kahve yapayım dedi.  (Salak, sanki kahve başka bir organla mı yapılıyor)
EMBESİL, DALLAMA,
Kız seni bir kere görmüş ikincisinde ne bok yemeye eve çağırıryorsun, kudurdun mu,
Git kızı balık ekmek yemeğe götür, limonata iç,  bienala götür(gerçe o da bitti) ne bileyim akvaryum var oraya götür, adada bisiklete binmeye çağır, Bok mu var,  götün mü kalktı ikinci görüşmede evine çağırıyorsun. Zaten çok çirkin bir herifti,  gözlük takıp çirkinliğini gizlemiş. Arkadaşım da ona  ama şimdi dışarıda buluşalım,  birbirimizi tanımıyoruz filan  deyince adam hemen gardını alıyor.
Sen bana güvenmeyeceksen hiç görüşmeyelim, biz kaç yaşında insanlarız, birbirimizden enerji (burda da bir anlatım bozukluğu var sanki) aldığımızı düşünüyorum ha evde ha dışarıda ne fark eder. Bitsin bu iş demiş.
Tam bu kadar işte.
Onları bu hale biz soktuk.
Kimse şikayet etmesin. Onlardan yüzlerce binlerce var. Taktik bu . bir kere dışarıya kahve ya da çay  içmeye çağırırlar, sonra evde  kahve yapayım sana şirinlikleri.. Amaç bir kere yatıp eyvallah çekmek.  Belki kızda AIDS var belki HPV virüsü var belki hırsız ve evinden bir şeyler çalacak. Sen ne kadar tanıyorsun ki bunu evine çağırıyorsun. Bir kere görüşmüşsün alt tarafı, hakkında ne biliyorsun. Bunca mesaj bunca şirinlik bir gece,  birkaç saatlik zevk için mi? Değer mi lan. Yazık lan, acıyorum bu adamlara. O ve onun gibiler uzaktan çok zavallı gözüküyorsunuz. Ucuz, zavallı ve aciz. Biz mi? ee başta bu rahatlığı  biz vermişiz kim verecek. Bu olmazsa başka bir yerde deneyecekler şansını. Teknen de, kahven de köpeğin de sana kalsın. Az gelişmiş, über kro adamlar!
Sinirlendim ben yatmam lazım,  eyvallah

1 Ekim 2013 Salı

KOKPİTTE 50 DAKİKA


Yazmak için sakinleşmeyi bekledim. Ben çok heyecanlı biriyim, biliyor musunuz. Mesela birine kahve yapacağım,  onun mutlu  olacağını düşününce elim ayağım  titriyor;  bir yerlere takılıyorum,  bir yerlere çarpıyorum o kahve pişene kadar.

Hayatımın büyük bir bölümünde  vücudumun yüzde  30 'u morluklarla dolu olarak yaşadım. Hiç pürüzsüz yaşadığımı hatırlamıyorum; ya bir yerlerim kırıktı, çıkıktı , kesikti ,şişikti, kızarıktı ya da sargılıydı ve mordu.
Heyecandan mütevellit yaptığım her aktivite kalp atışlarımı hızlandırır;  nabzım hep hızlı hızlı atar,  bir tek uyurken heyecanlanmam ben.
Şimdi bu yazıyı yazıyorum ya, yayınlamak için bile sabrım yok ;o yüzden hep hatalarla dolu oluyor. Yerimde duramam uzun süre, aynı koltukta uzun süre oturamam. Bir cafeteryada en az üç kere yer değiştiririm. 
Tıka basa yük  dolu kamyonun  yokuş yukarı çıkmaya çalışması gibi yaşadım hayatı. Daha önce de yazmıştım,  panik atak hastasıyım ben. Bilirsiniz, tam bir baş belasıdır bilmeyenler de  Google'a baksın. Asansöre çok mecbur kalmadıkça binmem, binince de inene kadar beynime kan hücum eder. Metroya hiç binmedim. Trene binmeyeli yıllar oldu.  Alışveriş merkezlerini hiç sevmem zaten; gidince de kaybolurum diye hep çıkış kapılarını takip ederim.
Ben n'aptım biliyor musunuz, peki,  Yıllardır sosyal hayatımın, iş hayatımın, aşk hayatımın içine sıçan uçak fobimle  yüzleştim; hem de çok yakından. 
Uçağı görünce korkardım ben ; iş yerinden eğitime yolluyorlar mesela,  ben “masrafa hiç gerek yok, ben kendim öğrenirim “ diyorum. Külliyen yalan. Müdürüm İngiltere'ye yolladı “sana sürprizim var, dil okuluna git,  biraz açılsın dilin” dedi içtenlikle gülümseyerek. Ben” aaa,  burada giderim ben, çalışırım,  hiç gerek yok masrafa”  deyip,  reddettim. Öyle utanıyordum ki uçağa binemediğim için. Benim kadar gezmeyi seven birinin  Sibirya'ya, Latin  Amerika ülkelerine ölene kadar gidemeyeceğini düşünmenin acısını bilir misiniz,  siz. Bilemezsiniz. Uçakları seyretmeye gittim kaç kere havaalanına, yavaş yavaş alışayım diye ama eve dönüşüm daha acıydı . Yok yok,  ben binemeyeceğim deyip, ağlayarak döndüm hep.
Eline çantasını alıp “Hadi, bay bay,  İngiltere'ye gidiyoruz biz”   “Antalya”ya gidiyoruz biz”  diyenlerin arkasından yıllarca baktım ben. Bir sigara yaktım ve ağladım. Herkes gidiyor ben niye gidemiyorum diye...
Yabancı ülkelere hep otobüslerde  sürünerek gittim. Kafaya takmak beter bir şey. Yapmalıyım diyorsun, yapamıyorsun. Beyninle çatışmaktan yorgun düşüyor, unutkan oluyor,  düzgün cümle kuramıyorsun. Bazen  “aman kızım, binmeyiver, binmeden ölenler var”  diyerek kendimi   rahatlatıyor sonra da “ulan, Allah'ın dil bilmezi, yürümeyi bilmeyeni, çoluğu çocuğu biniyor,  sen nasıl binemezsin, amma ödleksin”  diyor sinirden kendi kendimi yiyordum. Binersem fakir birini sevindirecek bir de bahçede kurban kesecektim. N'apalım, ağzımdan çıktı bir kere. Defalarca uçakların içiyle ilgili videolar izledim;  kapı,  pencere nerede, hangi maddelerden yapılır, pilottan rica etsem korktuğumda  beni  en uygun hava alanına bırakır mı, kriz geçirirsem nasıl sakinleşirim, sakinleşemezsem sonum ne olur, bana bayıltıcı  iğne yapacak biri var mı, uyursam uçaktan inerken sorun olur mu, hangi ülke kaç saat sürer, kaç dakika uçakta beklenir, kapılar ne zaman kim tarafından kapanır, peki ya camlar?  Tamam,  biliyorum camlar açılmaz ama illa ki bunun açılan bir yeri vardır diye, binlerce kişiye sormuşluğum vardır.
O an geldi. İş yerinde bir organizasyon düzenlenecekti. Mekan Antalya. Organizasyonu yapan 3 kişiden biri de bendim. Yaka kartlarından balonlara odalardan partiye video kliplerden ekip oyunlarına çekilişten kıyafete kadar her şey bizim görevimizdi. Hazırlık aşamasını tek tek anlatmayacağım ama üç hafta boyunca akşamları geceleri hafta sonları çalıştık. Bu arada genel müdür utanmadan uçak biletlerini BENİM  ayarlamamı istedi. Ben ne anlarım uçak biletinden, Uçak biletini okumayı bilmem; Bakıyorum bakıyorum bir şey anlamıyorum. Bu biletlerin  içinde kendi biletim de vardı. Ben otobüslere bakıyorum, bir gece önceden giderim diye.  Adam "siz de uçakla gidin lütfen"" dedi. Sonra alırım ben bileti" dedim, oyalandıkça oyalandım.

Sonunda ayıp olmasın diye aldım bileti; ama sadece almış olmak için. Bir yandan organizasyon iyi olsun diye ıncık cıncık çalışıyor, bir yandan da ben nasıl gideceğim stresiyle dal gibi sallanıyordum ortalarda. Üç hafta gerçekten yorucuydu.
 Arkadaşlarım “hadi, artık zamanı geldi” dedi,

Evdekiler “hadi, artık aş bunu dedi ;

Yeğenim “ çok şey kaçırıyorsun” dedi,

Mahalle bakkalı (evet hala benim bir mahalle bakkalım var)  “ben hacca gittim üç kere, iniyorsun, piniyorsun, bi şey yok “ dedi.
 Alt kattaki komşu “benim ömrüm Hollanda'yla İstanbul arasında uçmakla geçti git kızım, senin gibi modern bir kız nasıl gitmez,  çok ayıp” dedi.
Çaycımız “ben memlekete uçakla giderim, uuu otobüsle gidemem valla  14 saat “dedi.
 Aynaya baktım;  gözlerimin altı yorgunluktan ve yaşlılıktan çökmüştü, cildim eskisi gibi ışıldamıyordu, boynum hafiften kırışmıştı. “Ölsen ne olur, be”  dedim. “Gebersen dünya ne kaybeder. Amma da kıymetli canın var. Bak,  yaşlandın, kırışmaya başladın,  hala bu takıntıyla yaşıyorsun. Utan!”  dedim, utan! Bu kadar mı değerlisin sen milyarlarca canlının içinde…
O gece kararımı vermiştim; gidecektim; her ne olursa olsun. Öleceğimi bilsem de kararım kesindi. En azından  bir amaç uğrunda ölecektim. Bu da bir devrim sayılırdı benim için ve arkamdan “amacı uğruna öldü” diyeceklerdi.

Gece A4 boyutunda temiz bir kağıda(arkası karalanmıştı) şunları yazdım.   Annem, canım kardeşim, eski sevgilim, yeni sevgilim,  yeni müdürüm! Başıma gelenlerden kimse sorumlu değildir; artık zamanı gelmişti. Ölürsem arkamdan sakın ağlamayın; Ah,  yavruuumm,  uçaktan çok korkuyordu, korkusunu yendi, ölümü yenemedi diye ağıt yakmayın. Binmezsem ölecektim, beynimde bu çiviyle yaşayamayacaktım. Mektubu yatağa koydum.

Benimle gidecek iki  arkadaşıma o zaman zarfında uçakla ilgili bir şey söylememelerini rica ettim. Sağ olsunlar, canlarım,  öyle destek oldular ki, onlar olmasa yapamazdım.
Uçuştan beş  gün önce psikiyatristime gittim; artık tamam dedim,  ben binmek istiyorum,  bana bir ilaç ver, rahatlayayım . Yazdı bir ilaç. Bir tane alırsın uçağa binmeden, dedi. Cesaret verdi ,falan filan. Bodruma tatile giderken bikinimin rengine uygun ojeleri, Julia Roberts çizmelerini bile koyan ben, o gece hem yorgunluktan hem stresten iki  şort, bir elbise,  bir de bikinimden ibaret bir çanta hazırladım. Balkona çıkıp gökyüzünü seyrettim bir süre. Tepede uçaklar vardı “ ey güzel Allah”ım,  şunlara gönül rahatlığıyla binmeyi bana da nasip eyle” deyip, bir iki damla gözyaşımla beraber yatağa yattım...

HAVAALANI VE BEN.

O gece hiç uyumadım. Sabah moralim düzelsin diye kısacak elbisemi giydim;   takılarımı takıp, en topuklu ayakkabılarımı da geçirdikten sonra( hosteslerin ve pilotların dikkatini çekmek için, (eğer paçoz gidersem benimle ilgilenmezler diye korktum) kıpkırmızı rujumu sürüp,  sonra da mutlu mesut cesur insanların olduğu kalabalık bir salona girdim. Uçağa binmeye bir saat kala ilacımı aldım,  hafiften rahatlamaya başladım. Doktorumu aradım, (bu arada kendimi Amerikalılar gibi hissettim;  psikiyatrımı aramam lazım kızlar,  dedim) bacaklarım hala titriyor dokturcum, binebilir miyim acaba,  “Hadi,  yarım daha al” dedi doktorcum.

Korkudan sırıtmaya gülmeye herkese sempatik davranmaya başladım. Gebereceğim,  yüzüme ateşler basıyor, ayakta duracak halim yok. Ve anons. Hadi,  dedi arkadaşım , gidiyoruz, Antalya bizi bekliyor. Geri dönüp otobüsle gidebilirim son anda,  dedim.  Yürrrrrüü,  bırak bunu şimdi,  dedi.

Körük denen o tuhaf şeyin üstünden tıngır mıngır Cennete gider gibi mutlu mutlu giden insanlar vardı. Bir baktım karşımda bir kapı ve hostes. Burası neresi,  dedim. Uçak nerde?  Uçağın devamı nerde.? Hostes hoş geldiniz,  dedi. Ne hoş gelmesi , sanki ben çok meraklıyım bu uçağa gelmeye. İçerisi minübüs gibi, “ aaa, dedim, “burası çook küçüüüüük” . Hostes “180 kişilik,  küçük değil “ dedi. Ben uçağı üç  koridorlu deri koltuklu bir yer sanmıştım.

“Benim özel bir durumum var,  bir şey konuşabilir miyiz?”  dedim. Girişi kapadığım için asık suratlı, sarımsak kokulu ve geceyi  çok istemesine rağmen sevişemeden geçermiş  bir adam bana baktı, ben de ona baktım.  "Bana bak, beni sinir etme!  uçağa biniyoruz herhalde"  diyesim geldi. Neyse hostes kız(Allah  bin kere razı olsun) korkmayın, çok kısa mesafe zaten, dedi .Titreyen dudaklarımla “ben hastayım, ilaç aldım,  kokpitte cam açılıyor mu,  görmem lazım , görürsem rahatlayacağım yoksa bu uçaktan ineceğim”  dedim. Kız” 11 Eylül”den sonra yasak ama”  dedi. “Üzerimi arayın, ben size ne yapabilirim ki” dedim. Kız acıyan suratıma dayanamadı .  En öne oturttu beni,  bizim kızlara binmeden önce ne dersem derim, sakın bir yorum yapmayın, susun diye tembihlemiştim. Geçin yerinize siz dedim.

Kız beş  dakika bekleyin,  deyip beni oturttu. Ve sonra Lienchenstan' ı bağışlasalar o kadar sevinemeyeceğim haberi verdi. Bordu renkli rujlu dudaklarıyla  gülümseyerek “pilotumuz sizinle tanışmak istiyor” dedi. O an kendimi nasıl hissettim biliyor musunuz, Bok bilirsiniz, nerden bileceksiniz, sizin hiç o kadar korkan bir tanıdığınız oldu mu?  Çantalarımı ön koltuklara  fırlatıp(orası boştu)   koşa koşa kokpite gittim. Belki acırlar diye eteğimi biraz daha yukarı çektim.
pilotcum, Gelin bakalım sizin gibi biri neden uçaktan korkarmış, dedi.

Pilota” bu camlar açılıyor mu, bana gösterir misin?”  dedim. “Tabii dedi, açtı kapadı. “Ama sadece yerdeyken” dedi.

Evet, bitti o anda, adamı ve pencerenin açıldığını görünce her şey  bitmişti. Yeniden doğacağımı hissediyordum, hayat benim için yeniden başlıyordu. Tüm kötü günler korkular bitiyordu. Ben de herkes gibi yurt dışına uçakla gidecek, acil bir toplantım var Antalya”ya UÇUYORUM diyecektim kuş olmasam da. Mama sandalyesi gibi bir yere oturttular. Hostes pilotla konuşmamamın uygun olacağını söyledi ama pilot bu konuyu hiç üstüne alınmadı. Hem sohbet etti benimle hem de gördüğüm bütün düğmeleri sağa sola aşağı yukarı itti,. Uçak kullanmak böyle bir şey; bütün düğmeleri çevirince oluyor, bir de gaz pedalı var.


Uçak biraz geç havalandı. Pilotcum bana tek tek sebeplerini söyledi. Şimdi içeride yolcular çok sıkılırlar dedi. Sıkılsın ezikler, dedim. Ben yıllarca sıkıldım.
ve uçağın tekerleklerinin betondan kopuşunu hissettim. Yükseldik, içim hop etti, ama ne güzel şeymiş böyle uçakta olmak arkadaşlarım. Hayat ne güzel şeymiş meğer, özgür olmak nasıl bir şeymiş  böyle. Ben de normal bir insandım artık, NORMAL! 
Yalnız ben kokpitte zevkten dört köşeyken uçağın 10 dakika boyunca gezmesinden tedirgin olan arkadaşlarımın aklına tek şey gelmiş. Bu kız uçaktan inmek istiyor ve pilot onu ikna etmek için turluyor.
Hostese sormuşlar neden kalkmıyoruz hala,  arkadaşımıza bir şey mi oldu diye. Arkadaşınız içeride çay içiyor,  çok mutlu deyince, rahatlamış canlarım
İlaç iyice kafa yapmıştı zaten. Adam en son Toroslardan bahsedince ne Toros”u,  biz orada mıyız dedim. Evet kalacağın otel de şu kısımda dedi. Bitmişti… Antalya”ya gelmiştim hem de 50 dakikada. Yollarda 12 saat gitmek vardı bir de 50 dakikada Antalya da olmak.
“Yalnız uçaktan geç ineceksiniz” dedi. “Siz ve 2 arkadaşınız”. Ben ne derse tamam dediğim için buna da tamam dedim. Kokpitten çıkarken bir de fotoğrafımı çektiler, hostese sarıldım öptüm pilota sarıldım öptüm. Kokpitin kapısını perdelerini körüğü  filan öptüm sonra da bizim kızları. Biz uçaktan hoplaya zıplaya inerken körük gibi bir şeyin kenarında (bak aşağıda fotosu var)




 4 ,5 kişi bize güle güle dedi, yakalarında kartlar vardı. Bizi önemli birisi sandılar galiba dedim. Sonra kırmızı bir ip gördük. O ipi açtık” aaa yolcular gitti ya kapatmışlar” dedim. Bir kırmızı ipi daha açtık. Bu arada fotoğraf çektiriyoruz salak salak. Bavulların alınacağı yere gittik;  hayatımda ilk kez dönen bir yerden bavul alacaktım. Zaten orada 3 bavul kalmıştı. Onlar da bizimdi. Telefonlar çalıyor herkes benim sağ olup olmadığımı merak ediyordu. Benim telefonuma ulaşamayanlar yanımdaki 2 arkadaşın telefonlarından bilgi alıyorlardı.  Etrafta hiç kimse kalmamıştı,  aa şurdan çıkalım , gelin dedim.

Arkadan “ nereye gidiyorsunuz, yasak” diye bir erkek sesi duydum. Arkamızı döndük. 2 adet polis. Aaa biz geç kaldık servisi kaçırdık filan dedim. Ne servisi ne kaçırması dedi. Siz nerden geliyorsunuz dedi polis. Uçaktaaaan dedim gururla. Hangi hava yolları dedi söyledim,  siz nereye gidiyorsunuz dedi. Antalyayayaaaaa, dedim,  Siz nerde olduğunuzun farkında mısınız dedi. Yooo, dedim. Düsseldorf uçuşunda ne işiniz var sizin, dedi. Sizi buraya kim gönderdi, hakkınızda yasal işlem başlatacağız dedi. Ben hala uçağa binmiş olmanın derin hazzıyla gülüyorum. Şurdan çıkalım o zaman dedim. Orası gümrük çıkamazsınız dedi. Ee enerden gidebiliriz dedim gidemezsiniz dedi. Ben sizin havayolu yetkilinizi arıyorum soracağım ben onlara dedi. Yok yok aramıyon onların bir suçu yok desek de gencecik sırım gibi adamları yanımıza çağırdılar. Ben hala ne olduğunu anlamıyorum. Arkadaşım heyecanla beni göstererek o uçaktan korkuyordu ilaç aldı kokpitte gitti, pilot da bizi en son indirdi dedi. Polis; hadi o ilaç aldı,  peki size ne oldu” dedi. Siz o kırmızı iplerden geldiniz değil mi dedi evet dedim, açtık geldik. Sonra yanındakine dönüp “bunlar üç kafadar iplerini koparıp gelmişler” dedi.

Bir tane memurla bir asansöre binip alt kata indik bizi bir arabaya bindirip” bunları taksi durağına bırakın” demek suretiyle,  resmen postaladı.
Ben olayı sonradan anladım,  o anda tek derdim uçuşun mutluluğunu yaşamaktı…
Şimdi herhangi bir ülkeye bilet bakıyorum, neresi olduğu önemli değil ama otobüsle gidilemeyecek kadar uzak olan bir ülkeye.
Çantamı hazırlayıp vizemi de aldıktan sonra kimseye boyun eğmeyeceğim” uçakla gitmeyelim,  otobüsle gidelim nolur”  diye. Hem yorgunluğun hem stresin hem uykusuzluğun hem uçağın sonucu olarak organizasyonun ikinci gününde tansiyonum yükseldi,  doktora gittim,  bir gün odadan çıkamadım.
Bu yazıyı hemen yazmak istiyordum ama yazarken bile öyle heyecanlandım ki, sakinleşmeyi bekledim. Hala o kalkış iniş anının coşkusunu yaşıyorum. Rüyamda hala uçuyorum.  Bu konuda derdi olup, bu yazıyı okuyan yardıma ihtiyacı olan herkese yardımcı olmaya kararlıyım. Ben uçtuktan sonra siz de uçarsınız.
Haa,  bu arada madem uçak korkumu yendim bunu da yapayım diyerek dalgıçlık kursu aldım otelde.  Kafamı bile suya zor sokan ben, havuzun içinde yakışıklı eğitmenle kucak kucağa yüzdük. İlk başta korkudan sıçan ben,  eğitimin sonuna doğru havuzun dibinde adamı mıncıklayınca eliyle yukarı çıkalım işareti yaptı, asla anlamında başımı salladım,  bu da korkularıma kapak oldu.
Yaşadığımı hissediyorum, hayat güzelmiş lan.
Balkondayım şu anda yukarılarda bir uçak sesi duydum, başımı kaldırdım. Biliyorum içeride mutlu mesut insanlar var; benim gibi...

11 Eylül 2013 Çarşamba

BANA SOLCULUĞU ÖĞRET

O dönemin sıkı solcularından Selçuk’la tanıştıracak beni  kuzenim. “Tıpta okuyor, bak bakalım bir, çok hoş çocuk” dedi.
Benim etrafım ya  aile çocuğu,  ya da hafif lümpen eşrafla dolu. Bir de solcu arkadaşım olsun bakalım deyip, kabul ettim.

O gece Grup Yorum'un konseri var. Kuzenim,  onun solcu-tıp öğrencisi sevgilisi, benim sevgilim olacak solcu-tıp öğrencisi çocuk o gün beraberler. Önceden buluşma mekanını belirliyoruz. Ben lisedeyim, kuzenim  üniversite 2 de.
En önemli sorun; ne giyeceğim? Okulda giydiğim o iğrenç formadan başka tek bir kıyafetim var; jiletle doğradığım, beline kemer takıp en son deliğe getirmeme rağmen bol gelen, belimi sıkmaktan beni nane sapına benzeten kot pantolonum,  sarı pembe çizgili t-shirt”um ve converslerim. Midemle götüm birbirine  yapışık, afedersiniz. Zaten lise dönemimde bir yazlık bir de kışlık kıyafetim vardı. Arkadaşlarla değiş tokuşları saymazsak;(ne güzelmiş değiş tokuş olayı aslında, keşke şimdi de olsa)

Eee, dedim madem  adam solcu, şimdi şık kıyafetle gitmek olmaz. Benim bildiğim solcular yırtık pırtık, eski, ya  ceviz yeşili ya da krem tonlarında kıyafetler giyerler. Bende yırtık kot var, tamamdır. Solcular eski şeyleri seviyorlar ya, yırtık kotu da öyle zannetmiştim. Alnıma sarı bantı taktım, tipik 80 'ler stili  işte, siz düşünün.
Otobüse atlayıp, Kadıköy meydanına doğru yola çıkıyorum.Nazım Hikmet'in bir iki şiirinden dizeler ezberliyorum; cahillik yapmak olmaz.
Kadıköy”e vardığımda , bir ağacın dibinde üç solcu beni bekliyordu. Kuzenim beni uzaktan, ulan bu ne hal  diyen gözlerle süzüyor, hissediyorum. Sanırım olmamış ım ben. Yanlarına vardığımda bana sarılma bahanesiyle “ bu ne hal, Serpil Çakmaklı gibi olmuşsun” diye fısıldayınca , hafif aşağıya inik duran omuzlarım daha da aşağıya iniyor.
Sevgilim olacak çocuğu bakıyoum; Kıvırcık saçları, koskocaman bir ağzı (severim böyle büyük ağızlıları ben, dürüst olurlar) bembeyaz inci gibi dişleri var Krem rengi dede gömleği ve gayet edepli  bir pantolon giymiş.
Yürüyoruz yan yana. Çünkü yapacak bir şey yok o anda yürümekten başka. Onların yanında galiba -kesinlikle Serpil Çakmaklı gibi duruyorum. Kuzenim çiçekli,  bol bir elbise giymiş. Makyaj yok; onun sevgilisi de öyle,  son derece sade, abartısızlar.
Selçuk yanıma yaklaştı, gülümsedim. Ama bu benim arkadaşlarım gibi gülmüyoooor. Zıpır değil, ciks değil, ağzında sakız yok, kikirdemiyor. Bana çok yavan geliyor; ben böyle edepli  çocukları sevmem, hatta çok sıkılırım yanlarında. Adam gibi giyinmiş zaten, pazara giden dedeler gibi . Fötr şapkaları olur bu dedelerin, genelde  cepleri fileli  gömlek, ayakları  hava alsın diye delikli kumaşlardan  yapılmış ayakkabılar giyerler. Renkler standarttır;  krem- kahve-devlet dairesi grisi. Bu çocuk da ben de aynı duyguyu yaratıyor; Yavan

O gece Grup Yorum'un konserine gittik. Bunlar coştukça coştu. Neyse ki şarkıları biliyorum, seviyorum da. Aylardan Haziran ve "Haziranda Ölmek Zor”u dinliyoruz, söylüyoruz. Topluluk hep beraber sol yumruklarını havaya  kaldırıyor. Korkuyorum önce; kesin bir şey olacak, polisler basacak, beni tutuklayacaklar diye tıkır tıkır kalp atışlarım, kupkuru olmuş ağzımla(heyecanlanınca, panik olunca böyle oluyorum) şarkının devamını getirip, gözlerimi patlatarak, hem salona bakıyorum, hem de kara kuru bileklerimle, damarları çıkmış elimi yumruk yaparak havaya kaldırıyorum. Benim yumruk onlarınki gibi dimdik durmuyor, hafif çarpık,eğri. Onların yumruğu daha güzel, bilekleri kalın kalın, gömleklerin kolları sıvanmış, Çok hoşlar. Beğenmiyorum kendimi. Ayrıca sesim nasıl da ayarsız, akortsuz çıkıyor. Selçuk, bir ara kulağıma fısıldayarak , “ en nefret ettiğim tarzı yakalamışsın. Ben Amerikan özentilerinden nefret ediyor, böyle yırtık kot giyenlerin yanından geçmiyorken , beğendiğim kız...”  deyip, yukarılara bakıyor, cümlenin sonunu getirmiyor. O anda yumruğum  içi boşaltılmış sucuk gibi aşağıya düşüyor. “Bari şu alnındakini çıkar”  deyince, Türk filmlerinde kadınların olmazsa olmazı olan o  sapsarı bantımı çıkartıyorum.
Haklıydı , sonuna kadar...
Sloganlar atıyorlar, alkışları, ıslıkları salonu inletiyordu. Heyecanlanmıştım, güzel bir şeydi Solculuk. Ben solcu olmalıydım, artık. Bu zamana kadar neredeymişim. Bu devlet ne menem bir şeymiş de ben fosur fosur uyuyor, yırtık kot giyiyor, kola içiyor, ağzımda cak cak cikletle, Madonna, Brother Lui Lui, Cherry Chery Lady  dinleyip, sorumsuz,  lümpen bir hayat yaşıyordum.  Biz ne kadar sömürülmüşüz, bu beğenmediğim işçilerin başına neler gelmiş,  gariban insanlar ne kadar haksızlığa uğramışlar ben sokaklarda zıplarken. Bana yazıklar olsun!

Neydim ben,  peki? Yırtık kotlular grubundan değildim,  Stüdyo 54”çülerden de, ev kızı da değildim, yazın Silivri'deki yazlığına gidenlerden de,  Neydim ben,  peki?

Ben bu dünyada yerimi bulmalıydım. Lise ikinin yazıydı ve kimliğimi aramaktan yorulmuştum ve çok zayıftım, pantolonlarımı hep sıkmak, büzmek zorunda kalıyordum. Üzerime giydiğim bluzlar dökülüyordu. Ve çirkindim.  Ve solcu olursam belki bunlar dikkat çekmezdi. Bol elbiseler giyerdim, odama Che Guevara posteri  asabilirdim.

Solcular az yemek yiyorlar hep çay ve sigara içiyorlardı. Şiirler okuyorlardı bir de birbirlerine. Herkes saygıyla dinliyordu birbirini. Benim arkadaşlarıma bu şiirleri okusam, üstüme atlarlar, sus, Ay,  ne kurbağası,  ne Metris'i deyip,  dalga geçerlerdi...

Kuzenimin evine daha sık gitmeye başladım. Benim arkadaşlarım gözüme çok ezik gözükmeye başladılar. Nazım Hikmet”i, Ataol Behramoğlu”nu tanımıyorlardı. Che Guevara'nın posterleri odalarında yoktu, krem rengi dede gömlekleri  yoktu. Bunlar benim arkadaşlarım olamazlardı. Hep yazlıktan ve değiştirdikleri sevgililerinden bahsediyorlar, çeyizine etaminden buzdolabı örtüsü işliyorlar, annelerine tencere takımları aldırıyorlardı. En çok merak ettikleri konu ise bekaretleri bozulurken canlarının  acıyıp acımayacağıydı...

Hep çay ve sigara içmek zorundaydım. Onlar öyleydi çünkü. Liseli kızlarla toplandığımızda on kişi bir porno filmi seyrederken, fal baktırıp, sigara içerdik. Marlbora'dan başkası yakışmazdı elime. Ağzımdan çekip aldı Selçuk, bir gün. Bunu içme, dedi.  Elime iki ucu açık bir sigara tutuşturdu. Baktım baktım, bir türlü içilecek kısmının neresi olduğunu anlamadım, güldüler.

Kuzenimin evinde herkes yattıktan sonra teybimizi  yanımıza alıyor,  sesini fazla açmadan, Ruhi Su, Ahmet Kaya dinliyorduk. Ahmet Kaya'nın şarkılarına bayılmıştım. Solcu insanlar ne kadar farklılardı, 'Öyle bir yerdeyim ki, ne karanfil ne kurbağa", şarkısının neler ifade ettiğini. "Saçlarına yıldız düşmüş , Koparma anne”  deki yıldızın ne demek olduğunu, onlardan öğrendim. Gece gündüz bu kaseti dinler olmuştum.

Doğum günümdü o gün. Kadıköy de hep beraber yürüyoruz, hava soğuk,  üşüyorum. Ama hala yakınlaşmadık Selçuk”la. Solcular öyle”aşkıım, yavrum”  deyip, sevgililerini sıkıştırmıyorlar yolda yürürken. Hatta o grupta kimin kimle sevgili olduğunu anlamak çok zordu. Göstermelik bir aşk yaşamıyorlardı.
Bana Hasan Hüseyin”in şiir kitabını almış,  duyarlı çocuk.” Bunu aldım sana , biliyorum okumazsın , tanımazsın ama" dedi. "Aaa,  olur mu, çok severim"  deyip gülümsedim, teşekkür ettim. İnanmadığını gözlerinden anlamıştım.

Çocuğa ne kapris yapmıştım, ne kadar ayrık davranmıştım, hatırlıyorum. Uyuzdum işte, uyuz.
Zamanla o gruptan tanıdığım bazı insanların hapse girdiğini duydum, çok korktum, çok üzüldüm. Ne yapacaklardı orada şimdi.

Onlar mutlu olsun diye hapishaneye çikolatalar, pembe, turuncu tshirtler, mini etekler, sigaralar sokmaya çalışıyordum , hatta onlara  hapisten çıktıklarında Lunapark”a götüreceğimi,  çay bile ısmarlayabileceğimi  söylemiştim. Gülümsemişlerdi(salaklığıma)

Perşembe günleri görüş oluyordu. Sıramı beklerken adli tutukluların yakınları, "sizinki neden içeride?"  diye soruyorlardı. "Siyasi"diyordum,  böyle öğretmişlerdi çünkü. Başımı dik tutarak  "Siyasi" dedim . Çingene kadın, “Vah vah..”  dedi,  ben sormadan “Bizimki Adliii” dedi, leş gibi kokularını salarak,  kırık bir Türkçe'yle."
"Aman,  çok iyi" dedim.

Selçuk”tan o dönemde haber alamadım. Bazı arkadaşlar da hapse girdiğini, tıbbı bıraktığını ve başında tek bir siyah saç kalmadığını söylemişlerdi.

Mektup yazsam, dedim.

Vermiyorlar mektupları dediler.

Yıllar sonra eski bir tanıdığa rastladım da onu sordum. Yıllarca yattığını ve birkaç sene önce çıktığını öğrendim.

Ne yapacak peki bundan sonra Selçuk,  dedim.

O başının çaresine bakar,  dediler.
Doğru, bakardı. O güçlüydü, o gençliğini hapiste bitirmiş, fesleğenli, karanfilli, kırlangıç kuşlu, ranzalı, sigaralı şiirler yazan genç çocuktu. Ve aklımda öyle kaldı. Benim için saçları hiç beyazlamadı onun...