22 Ekim 2013 Salı

HİÇ KIZMA, ONLARIN GÖTÜNÜ BİZ KALDIRDIK

Bu akşam başka bir konuda yazmayı planlıyordum aslında. Ancak bir arkadaşım telefon etti, sinirlendim ve hemen yazmaya koyuldum.
Bu kızın karşısına da adam gibi adam çıkamadı gitti(hah! sanki bana çıktı ya)
Bir akşam Kadıköy’de rakı balık yapıyoruz. Benim tatlı arkadaşım kafamın arkasına doğru bakıp gülümsüyor. Kıza iyi saatte olsunlar geldi herhalde dedim, yalnızlık başına vurdu, boşluğa bakıp gülümsüyor zavallım.
Bir süre sonra “Ay , senin arkanda bir kel var , bak bakalım nasıl?” dedi.  Bu klasik hatun muhabbetidir. Arkadaşın onaylarsa tamamdır, hemen oracıkta mutlu mesut bir hayat bizi beklemektedir. “Ama şimdi değil,  buraya bakıyor, dur bekle biraz, hah tamam,  şimdi bak”. Eşek gibi gözlerimle mahsusçuktan arka taraftaki çalgıcılara bakarmış gibi başımı şöyle bir çevirdim; kel bir herif yanındakinin kulağına eğilmiş bir şey söylüyor. Adamın yüzünde meymenet yok ama neyse,  arkadaşımın mutluluğu önemli; ben beğenmesem de olur, evlenecek, çocuk yapacak olan arkadaşım ne de olsa.
“Hımm.. güzeeel” dedim,  kız soğumasın kısmetinden diye.
Ayyyy. nasıl da istiyorum  kelin arkadaşımla çıkmasınııııı, kaportacı bile olur yeter ki kızı mutlu etsin.  Hemen sevgili olsunlar, haftaya buraya gelelim, kutlayalım; işte,  tanıştığınız yer diye. Neyse,  biz yine dertleştik fonda Zeki Müren çalarken. Bir arkadaşımı gördüm o sırada “biz şuradayız,  siz de gelin oraya,  hohoo” deyip,  gitti.
 Hadi,  bir de oraya gidelim deyip,  hoppidik zoppidik olduk.
Arkadaşımın aklı kelde kaldı. Ben dedim ki, yavaş yavaş kalkalım, ağır hareketlerle ki kalktığımızı anlayıp kararını versin,  tanışacaksa tanışsın. Garsondan yüksek sesle hesabı istedim. Biz gidiyoruz kel,  bilesin gibilerinden.
Sonra ayağa kalktım;  şalım düştü, bela okuyarak şalı yerden aldım, o sırada sigara paketi düştü derken kel orada artık hayatının planını yapmıştı muhtemelen…
Biz kalktık gidiyoruz konuşa konuşa. Aaa,  bir baktım,  yanımda çıplak kafalı biri mıy mıy bişi diyor arkadaşıma. Ben,  aa adam yanına geldi,  çıkacaklar bunlar, sevgilisi olacak arkadaşımın,  ben de bir tane bulurum, dördümüz beraber gezeriz; haftaya dört  kişi burada içeriz, önümüz bayram,  tatile de gideriz falan da filan da derken  şöyle bir cümle duydum, “ Beraber yürüyebilir miyiz?” . Nasıl yani,  yürüyüş? Hayır,  bir insan nereye kadar yürüyebilir ki? Ya da sadece seninle yürümek istiyorum mu demek istedi. Tek istediği yürümek Kadıköy’de yani,  öyle mi? Sahilde,  Altı yolda filan yürüyecekler yani. Sonra yorulunca? Tamam,  yürüdük bitti,  sen yoluna mı diyecekti.
Adam süzme salak diye düşünürken - şimdi burada hayatımda çok az kullandığım ve sık sık kullanmak istediğim ama  ortam bulamadığım için bir türlü  kullanamadığım o  kelimeyi gerçek anlamında kullanacağım- )Topuklu ayakkabılarımın teki  rögar kapağının içine takıldı. Bir adım attım,  ayakkabı orada,  benim ayak çıplak. Haydaaa.. Kel,  arkadaşımın yanında yürüyor ve konuşuyorlar gibi bir şey . Ben tek ayak üstünde Kadıköy’ün ara sokaklarında zıplıyorum, Hay Allah’ım rezil olduk diye diye.
 
 
 
 
Topuklu ayakkabım rögar (!) kapağının oradan bana bakıyor. Kapağın başında dört yeni yetme delikanlı gülmekten gebermek üzereler. Geri dönüp ayağımı ayakkabıya sokup bir hamle yapıyorum. O da ne?  Ayak Kadıköy sokaklarında,  ayakkabı orada sıkışmış garip garip duruyor.  Sonra o dört çocuk “Yardım edelim mi ?” diye kikirdiyorlar. Bir tanesi eğilip çekti ayakkabıyı ve elime verdi. Bir nevi Külkedisi masalı. Ben ayakkabıyla uğraşırken kel ve arkadaşım epey ilerlemişler(!)di. Dört genç bana çok yakın saflarda  bir süre eşlik ettiler. Arkadaşlarımın bulunduğu bara gelince rahatlamıştım. Kel gitmiş, arkadaşım bana kalmıştı.
“Eeee” dedim kıza
“Ayy, sorma,  bana yürüyelim mi dedi, yaaa”
Dedi.
Ağız burun eğme, adam heyecanlanmıştır, belki uzun zamandır flört etmemiştir, belki hastaneydi hastaydı ortama yeni çıktı ya da uzun zamandır evliydi evliliği bitti adam bu arada nasıl flört edildiğini nasıl yaklaşacağını unuttu, aradan çeyrek yüzyıl geçti kızım dedim.
Adama "siz telefonunuzu verin, ben sizi ararım" dedim ama adam  “benim telefonumun şarjı bitti arkadaşımınkini vereyim, oradan arayın ” dedi. Öyle deyince verdim benim telefonumu dedi. “ adam kesin evli” dedim.
Aradan bir saat geçmeden arkadaşımın telefonu çaldı. Arayan kel. Arkadaşının telefonundan arıyormuş. Ptesi ben seni ararım demiş arkadaşıma. Ertesi gün Pazar neden Pazar günü aramıyor diye güldük. Her neyse Pazartesi günü kel, kızı arıyor. Kız neden Pazar günü değil de bugün aradın, doğru söyle bana sen evli misin diyor. Adam da ben sana dürüst davranmak istiyorum çok mutsuz bir evliliğim var, sadece kızım için katlanıyorum diyor. Hem ayrıca benim evli olmam seni neden ilgilendiriyor o benim sorunum diyor. Arkadaşım da evliliğe ve aile hayatına son derece saygı duyduğunu ve kendisini bir daha aramamasını söylüyor. Adam tüm yalvarmalarına rağmen kızı ikna edemiyor.
 
 
 
Aradan birkaç gün geçiyor,  arkadaşımı bir kadın arıyor. Kadın buna kimsiniz diyor, siz kimsiniz filan deyince kadın çok özür dileyerek “Kocamın telefonunda bu numarayı gördüm. Aranızda ne var, kocamla görüşüyor musunuz” diye çok da mağdur bir ses tonuyla konuşuyor. Kız da nasıl tanıştıklarını anlatınca kadın; “ne olur kocamla görüşmeyin, bizim bir kızımız var ve kocamı kaybetmek istemiyorum” diyor. Derken bunlar epey bir konuşuyorlar kadını aralarında bir şey olmadığına ikna ediyor arkadaşım .Kadın “n’olur sizi aradığımı sakın kocama söylemeyin, beni döver” dedikten sonra arkadaşım kendini son derece suçlu hissederek hemen beni arıyor. Ben hamamda sıcak su havuzunda yüzerken bunları dinlemek zorunda kalıyorum. Onu suçsuz olduğuna ikna ediyorum; rahatlıyor. Aradan bir süre daha geçiyor,  biz tatildeyiz arkadaşımla,  denizin ortasında yüzerken bana . “Ben birisiyle tanıştım” diyor, aman dikkat!  evli değildir inşallah diyorum.
Yok,  diyor internetten bir yerden bulmuş, bizim mahalleye çok yakınmış. Adamın teknesi varmış yalnız yaşıyormuş ayın yarısında Avrupa’daymış,  köpeği varmış atı varmış domuzu varmış bi şeyler bi şeyler.
Göster fotoğrafını dedim. Güneş gözlüklü teknede bir fotoğraf; beyaz dar t-shirt giymiş ve yakasında kalın gümüş zincirlerden var. Bak kızım dedim, adamda üç ofsayt  pozisyonun üçü de mevcut. 1 teknede poz vermiş, 2 beyaz dar t-shirt giymiş, yakasını açmış , 3 kalın zincir kolye takmış. Birincisini geçtim hadi. Ancak 2 ve 3 için asla ve kata yanılmam. O eşek gibi zincirlerden takıp da  bir tane düzgün, efendi, ilişki yaşanacak bir adama rastlamadım. Hele hele beyaz dar body giyip yakasını açmışsa,  kesin günübirlik ilişkiler yaşıyordur bu,  dikkatli ol dedim. Body giyenden koca olmaz!
Adamla mesajlaştılar biz tatildeyken. O da Paris'teymiş filan falan. Bir kere çay içmişler. Bak dedim bu adam şimdi seni ikinci görüşmede evine çağırmazsa ne olayım. Böyle adamlar bir kez dışarıda çay ya da kahve içmişlerse ikinci kere asla içmezler, vakit kaybetmek istemezler. Direkt eve çağırırlar. Bu yazıyı yazmadan önce spordan gelmiştim spor salonunun silme testosteron yüklü erkekle dolduğunu ve o enerjiyi yer hareketlerimi yaparken resmen üzerimde hissettiğimi düşünüyordum ki kız aradı. Yaa dedi, “ ne oldu biliyor musun,  Bu Tolga denen o  dar bodyli herif” gel bana sana ellerimle kahve yapayım dedi.  (Salak, sanki kahve başka bir organla mı yapılıyor)
EMBESİL, DALLAMA,
Kız seni bir kere görmüş ikincisinde ne bok yemeye eve çağırıryorsun, kudurdun mu,
Git kızı balık ekmek yemeğe götür, limonata iç,  bienala götür(gerçe o da bitti) ne bileyim akvaryum var oraya götür, adada bisiklete binmeye çağır, Bok mu var,  götün mü kalktı ikinci görüşmede evine çağırıyorsun. Zaten çok çirkin bir herifti,  gözlük takıp çirkinliğini gizlemiş. Arkadaşım da ona  ama şimdi dışarıda buluşalım,  birbirimizi tanımıyoruz filan  deyince adam hemen gardını alıyor.
Sen bana güvenmeyeceksen hiç görüşmeyelim, biz kaç yaşında insanlarız, birbirimizden enerji (burda da bir anlatım bozukluğu var sanki) aldığımızı düşünüyorum ha evde ha dışarıda ne fark eder. Bitsin bu iş demiş.
Tam bu kadar işte.
Onları bu hale biz soktuk.
Kimse şikayet etmesin. Onlardan yüzlerce binlerce var. Taktik bu . bir kere dışarıya kahve ya da çay  içmeye çağırırlar, sonra evde  kahve yapayım sana şirinlikleri.. Amaç bir kere yatıp eyvallah çekmek.  Belki kızda AIDS var belki HPV virüsü var belki hırsız ve evinden bir şeyler çalacak. Sen ne kadar tanıyorsun ki bunu evine çağırıyorsun. Bir kere görüşmüşsün alt tarafı, hakkında ne biliyorsun. Bunca mesaj bunca şirinlik bir gece,  birkaç saatlik zevk için mi? Değer mi lan. Yazık lan, acıyorum bu adamlara. O ve onun gibiler uzaktan çok zavallı gözüküyorsunuz. Ucuz, zavallı ve aciz. Biz mi? ee başta bu rahatlığı  biz vermişiz kim verecek. Bu olmazsa başka bir yerde deneyecekler şansını. Teknen de, kahven de köpeğin de sana kalsın. Az gelişmiş, über kro adamlar!
Sinirlendim ben yatmam lazım,  eyvallah

1 Ekim 2013 Salı

KOKPİTTE 50 DAKİKA


Yazmak için sakinleşmeyi bekledim. Ben çok heyecanlı biriyim, biliyor musunuz. Mesela birine kahve yapacağım,  onun mutlu  olacağını düşününce elim ayağım  titriyor;  bir yerlere takılıyorum,  bir yerlere çarpıyorum o kahve pişene kadar.

Hayatımın büyük bir bölümünde  vücudumun yüzde  30 'u morluklarla dolu olarak yaşadım. Hiç pürüzsüz yaşadığımı hatırlamıyorum; ya bir yerlerim kırıktı, çıkıktı , kesikti ,şişikti, kızarıktı ya da sargılıydı ve mordu.
Heyecandan mütevellit yaptığım her aktivite kalp atışlarımı hızlandırır;  nabzım hep hızlı hızlı atar,  bir tek uyurken heyecanlanmam ben.
Şimdi bu yazıyı yazıyorum ya, yayınlamak için bile sabrım yok ;o yüzden hep hatalarla dolu oluyor. Yerimde duramam uzun süre, aynı koltukta uzun süre oturamam. Bir cafeteryada en az üç kere yer değiştiririm. 
Tıka basa yük  dolu kamyonun  yokuş yukarı çıkmaya çalışması gibi yaşadım hayatı. Daha önce de yazmıştım,  panik atak hastasıyım ben. Bilirsiniz, tam bir baş belasıdır bilmeyenler de  Google'a baksın. Asansöre çok mecbur kalmadıkça binmem, binince de inene kadar beynime kan hücum eder. Metroya hiç binmedim. Trene binmeyeli yıllar oldu.  Alışveriş merkezlerini hiç sevmem zaten; gidince de kaybolurum diye hep çıkış kapılarını takip ederim.
Ben n'aptım biliyor musunuz, peki,  Yıllardır sosyal hayatımın, iş hayatımın, aşk hayatımın içine sıçan uçak fobimle  yüzleştim; hem de çok yakından. 
Uçağı görünce korkardım ben ; iş yerinden eğitime yolluyorlar mesela,  ben “masrafa hiç gerek yok, ben kendim öğrenirim “ diyorum. Külliyen yalan. Müdürüm İngiltere'ye yolladı “sana sürprizim var, dil okuluna git,  biraz açılsın dilin” dedi içtenlikle gülümseyerek. Ben” aaa,  burada giderim ben, çalışırım,  hiç gerek yok masrafa”  deyip,  reddettim. Öyle utanıyordum ki uçağa binemediğim için. Benim kadar gezmeyi seven birinin  Sibirya'ya, Latin  Amerika ülkelerine ölene kadar gidemeyeceğini düşünmenin acısını bilir misiniz,  siz. Bilemezsiniz. Uçakları seyretmeye gittim kaç kere havaalanına, yavaş yavaş alışayım diye ama eve dönüşüm daha acıydı . Yok yok,  ben binemeyeceğim deyip, ağlayarak döndüm hep.
Eline çantasını alıp “Hadi, bay bay,  İngiltere'ye gidiyoruz biz”   “Antalya”ya gidiyoruz biz”  diyenlerin arkasından yıllarca baktım ben. Bir sigara yaktım ve ağladım. Herkes gidiyor ben niye gidemiyorum diye...
Yabancı ülkelere hep otobüslerde  sürünerek gittim. Kafaya takmak beter bir şey. Yapmalıyım diyorsun, yapamıyorsun. Beyninle çatışmaktan yorgun düşüyor, unutkan oluyor,  düzgün cümle kuramıyorsun. Bazen  “aman kızım, binmeyiver, binmeden ölenler var”  diyerek kendimi   rahatlatıyor sonra da “ulan, Allah'ın dil bilmezi, yürümeyi bilmeyeni, çoluğu çocuğu biniyor,  sen nasıl binemezsin, amma ödleksin”  diyor sinirden kendi kendimi yiyordum. Binersem fakir birini sevindirecek bir de bahçede kurban kesecektim. N'apalım, ağzımdan çıktı bir kere. Defalarca uçakların içiyle ilgili videolar izledim;  kapı,  pencere nerede, hangi maddelerden yapılır, pilottan rica etsem korktuğumda  beni  en uygun hava alanına bırakır mı, kriz geçirirsem nasıl sakinleşirim, sakinleşemezsem sonum ne olur, bana bayıltıcı  iğne yapacak biri var mı, uyursam uçaktan inerken sorun olur mu, hangi ülke kaç saat sürer, kaç dakika uçakta beklenir, kapılar ne zaman kim tarafından kapanır, peki ya camlar?  Tamam,  biliyorum camlar açılmaz ama illa ki bunun açılan bir yeri vardır diye, binlerce kişiye sormuşluğum vardır.
O an geldi. İş yerinde bir organizasyon düzenlenecekti. Mekan Antalya. Organizasyonu yapan 3 kişiden biri de bendim. Yaka kartlarından balonlara odalardan partiye video kliplerden ekip oyunlarına çekilişten kıyafete kadar her şey bizim görevimizdi. Hazırlık aşamasını tek tek anlatmayacağım ama üç hafta boyunca akşamları geceleri hafta sonları çalıştık. Bu arada genel müdür utanmadan uçak biletlerini BENİM  ayarlamamı istedi. Ben ne anlarım uçak biletinden, Uçak biletini okumayı bilmem; Bakıyorum bakıyorum bir şey anlamıyorum. Bu biletlerin  içinde kendi biletim de vardı. Ben otobüslere bakıyorum, bir gece önceden giderim diye.  Adam "siz de uçakla gidin lütfen"" dedi. Sonra alırım ben bileti" dedim, oyalandıkça oyalandım.

Sonunda ayıp olmasın diye aldım bileti; ama sadece almış olmak için. Bir yandan organizasyon iyi olsun diye ıncık cıncık çalışıyor, bir yandan da ben nasıl gideceğim stresiyle dal gibi sallanıyordum ortalarda. Üç hafta gerçekten yorucuydu.
 Arkadaşlarım “hadi, artık zamanı geldi” dedi,

Evdekiler “hadi, artık aş bunu dedi ;

Yeğenim “ çok şey kaçırıyorsun” dedi,

Mahalle bakkalı (evet hala benim bir mahalle bakkalım var)  “ben hacca gittim üç kere, iniyorsun, piniyorsun, bi şey yok “ dedi.
 Alt kattaki komşu “benim ömrüm Hollanda'yla İstanbul arasında uçmakla geçti git kızım, senin gibi modern bir kız nasıl gitmez,  çok ayıp” dedi.
Çaycımız “ben memlekete uçakla giderim, uuu otobüsle gidemem valla  14 saat “dedi.
 Aynaya baktım;  gözlerimin altı yorgunluktan ve yaşlılıktan çökmüştü, cildim eskisi gibi ışıldamıyordu, boynum hafiften kırışmıştı. “Ölsen ne olur, be”  dedim. “Gebersen dünya ne kaybeder. Amma da kıymetli canın var. Bak,  yaşlandın, kırışmaya başladın,  hala bu takıntıyla yaşıyorsun. Utan!”  dedim, utan! Bu kadar mı değerlisin sen milyarlarca canlının içinde…
O gece kararımı vermiştim; gidecektim; her ne olursa olsun. Öleceğimi bilsem de kararım kesindi. En azından  bir amaç uğrunda ölecektim. Bu da bir devrim sayılırdı benim için ve arkamdan “amacı uğruna öldü” diyeceklerdi.

Gece A4 boyutunda temiz bir kağıda(arkası karalanmıştı) şunları yazdım.   Annem, canım kardeşim, eski sevgilim, yeni sevgilim,  yeni müdürüm! Başıma gelenlerden kimse sorumlu değildir; artık zamanı gelmişti. Ölürsem arkamdan sakın ağlamayın; Ah,  yavruuumm,  uçaktan çok korkuyordu, korkusunu yendi, ölümü yenemedi diye ağıt yakmayın. Binmezsem ölecektim, beynimde bu çiviyle yaşayamayacaktım. Mektubu yatağa koydum.

Benimle gidecek iki  arkadaşıma o zaman zarfında uçakla ilgili bir şey söylememelerini rica ettim. Sağ olsunlar, canlarım,  öyle destek oldular ki, onlar olmasa yapamazdım.
Uçuştan beş  gün önce psikiyatristime gittim; artık tamam dedim,  ben binmek istiyorum,  bana bir ilaç ver, rahatlayayım . Yazdı bir ilaç. Bir tane alırsın uçağa binmeden, dedi. Cesaret verdi ,falan filan. Bodruma tatile giderken bikinimin rengine uygun ojeleri, Julia Roberts çizmelerini bile koyan ben, o gece hem yorgunluktan hem stresten iki  şort, bir elbise,  bir de bikinimden ibaret bir çanta hazırladım. Balkona çıkıp gökyüzünü seyrettim bir süre. Tepede uçaklar vardı “ ey güzel Allah”ım,  şunlara gönül rahatlığıyla binmeyi bana da nasip eyle” deyip, bir iki damla gözyaşımla beraber yatağa yattım...

HAVAALANI VE BEN.

O gece hiç uyumadım. Sabah moralim düzelsin diye kısacak elbisemi giydim;   takılarımı takıp, en topuklu ayakkabılarımı da geçirdikten sonra( hosteslerin ve pilotların dikkatini çekmek için, (eğer paçoz gidersem benimle ilgilenmezler diye korktum) kıpkırmızı rujumu sürüp,  sonra da mutlu mesut cesur insanların olduğu kalabalık bir salona girdim. Uçağa binmeye bir saat kala ilacımı aldım,  hafiften rahatlamaya başladım. Doktorumu aradım, (bu arada kendimi Amerikalılar gibi hissettim;  psikiyatrımı aramam lazım kızlar,  dedim) bacaklarım hala titriyor dokturcum, binebilir miyim acaba,  “Hadi,  yarım daha al” dedi doktorcum.

Korkudan sırıtmaya gülmeye herkese sempatik davranmaya başladım. Gebereceğim,  yüzüme ateşler basıyor, ayakta duracak halim yok. Ve anons. Hadi,  dedi arkadaşım , gidiyoruz, Antalya bizi bekliyor. Geri dönüp otobüsle gidebilirim son anda,  dedim.  Yürrrrrüü,  bırak bunu şimdi,  dedi.

Körük denen o tuhaf şeyin üstünden tıngır mıngır Cennete gider gibi mutlu mutlu giden insanlar vardı. Bir baktım karşımda bir kapı ve hostes. Burası neresi,  dedim. Uçak nerde?  Uçağın devamı nerde.? Hostes hoş geldiniz,  dedi. Ne hoş gelmesi , sanki ben çok meraklıyım bu uçağa gelmeye. İçerisi minübüs gibi, “ aaa, dedim, “burası çook küçüüüüük” . Hostes “180 kişilik,  küçük değil “ dedi. Ben uçağı üç  koridorlu deri koltuklu bir yer sanmıştım.

“Benim özel bir durumum var,  bir şey konuşabilir miyiz?”  dedim. Girişi kapadığım için asık suratlı, sarımsak kokulu ve geceyi  çok istemesine rağmen sevişemeden geçermiş  bir adam bana baktı, ben de ona baktım.  "Bana bak, beni sinir etme!  uçağa biniyoruz herhalde"  diyesim geldi. Neyse hostes kız(Allah  bin kere razı olsun) korkmayın, çok kısa mesafe zaten, dedi .Titreyen dudaklarımla “ben hastayım, ilaç aldım,  kokpitte cam açılıyor mu,  görmem lazım , görürsem rahatlayacağım yoksa bu uçaktan ineceğim”  dedim. Kız” 11 Eylül”den sonra yasak ama”  dedi. “Üzerimi arayın, ben size ne yapabilirim ki” dedim. Kız acıyan suratıma dayanamadı .  En öne oturttu beni,  bizim kızlara binmeden önce ne dersem derim, sakın bir yorum yapmayın, susun diye tembihlemiştim. Geçin yerinize siz dedim.

Kız beş  dakika bekleyin,  deyip beni oturttu. Ve sonra Lienchenstan' ı bağışlasalar o kadar sevinemeyeceğim haberi verdi. Bordu renkli rujlu dudaklarıyla  gülümseyerek “pilotumuz sizinle tanışmak istiyor” dedi. O an kendimi nasıl hissettim biliyor musunuz, Bok bilirsiniz, nerden bileceksiniz, sizin hiç o kadar korkan bir tanıdığınız oldu mu?  Çantalarımı ön koltuklara  fırlatıp(orası boştu)   koşa koşa kokpite gittim. Belki acırlar diye eteğimi biraz daha yukarı çektim.
pilotcum, Gelin bakalım sizin gibi biri neden uçaktan korkarmış, dedi.

Pilota” bu camlar açılıyor mu, bana gösterir misin?”  dedim. “Tabii dedi, açtı kapadı. “Ama sadece yerdeyken” dedi.

Evet, bitti o anda, adamı ve pencerenin açıldığını görünce her şey  bitmişti. Yeniden doğacağımı hissediyordum, hayat benim için yeniden başlıyordu. Tüm kötü günler korkular bitiyordu. Ben de herkes gibi yurt dışına uçakla gidecek, acil bir toplantım var Antalya”ya UÇUYORUM diyecektim kuş olmasam da. Mama sandalyesi gibi bir yere oturttular. Hostes pilotla konuşmamamın uygun olacağını söyledi ama pilot bu konuyu hiç üstüne alınmadı. Hem sohbet etti benimle hem de gördüğüm bütün düğmeleri sağa sola aşağı yukarı itti,. Uçak kullanmak böyle bir şey; bütün düğmeleri çevirince oluyor, bir de gaz pedalı var.


Uçak biraz geç havalandı. Pilotcum bana tek tek sebeplerini söyledi. Şimdi içeride yolcular çok sıkılırlar dedi. Sıkılsın ezikler, dedim. Ben yıllarca sıkıldım.
ve uçağın tekerleklerinin betondan kopuşunu hissettim. Yükseldik, içim hop etti, ama ne güzel şeymiş böyle uçakta olmak arkadaşlarım. Hayat ne güzel şeymiş meğer, özgür olmak nasıl bir şeymiş  böyle. Ben de normal bir insandım artık, NORMAL! 
Yalnız ben kokpitte zevkten dört köşeyken uçağın 10 dakika boyunca gezmesinden tedirgin olan arkadaşlarımın aklına tek şey gelmiş. Bu kız uçaktan inmek istiyor ve pilot onu ikna etmek için turluyor.
Hostese sormuşlar neden kalkmıyoruz hala,  arkadaşımıza bir şey mi oldu diye. Arkadaşınız içeride çay içiyor,  çok mutlu deyince, rahatlamış canlarım
İlaç iyice kafa yapmıştı zaten. Adam en son Toroslardan bahsedince ne Toros”u,  biz orada mıyız dedim. Evet kalacağın otel de şu kısımda dedi. Bitmişti… Antalya”ya gelmiştim hem de 50 dakikada. Yollarda 12 saat gitmek vardı bir de 50 dakikada Antalya da olmak.
“Yalnız uçaktan geç ineceksiniz” dedi. “Siz ve 2 arkadaşınız”. Ben ne derse tamam dediğim için buna da tamam dedim. Kokpitten çıkarken bir de fotoğrafımı çektiler, hostese sarıldım öptüm pilota sarıldım öptüm. Kokpitin kapısını perdelerini körüğü  filan öptüm sonra da bizim kızları. Biz uçaktan hoplaya zıplaya inerken körük gibi bir şeyin kenarında (bak aşağıda fotosu var)




 4 ,5 kişi bize güle güle dedi, yakalarında kartlar vardı. Bizi önemli birisi sandılar galiba dedim. Sonra kırmızı bir ip gördük. O ipi açtık” aaa yolcular gitti ya kapatmışlar” dedim. Bir kırmızı ipi daha açtık. Bu arada fotoğraf çektiriyoruz salak salak. Bavulların alınacağı yere gittik;  hayatımda ilk kez dönen bir yerden bavul alacaktım. Zaten orada 3 bavul kalmıştı. Onlar da bizimdi. Telefonlar çalıyor herkes benim sağ olup olmadığımı merak ediyordu. Benim telefonuma ulaşamayanlar yanımdaki 2 arkadaşın telefonlarından bilgi alıyorlardı.  Etrafta hiç kimse kalmamıştı,  aa şurdan çıkalım , gelin dedim.

Arkadan “ nereye gidiyorsunuz, yasak” diye bir erkek sesi duydum. Arkamızı döndük. 2 adet polis. Aaa biz geç kaldık servisi kaçırdık filan dedim. Ne servisi ne kaçırması dedi. Siz nerden geliyorsunuz dedi polis. Uçaktaaaan dedim gururla. Hangi hava yolları dedi söyledim,  siz nereye gidiyorsunuz dedi. Antalyayayaaaaa, dedim,  Siz nerde olduğunuzun farkında mısınız dedi. Yooo, dedim. Düsseldorf uçuşunda ne işiniz var sizin, dedi. Sizi buraya kim gönderdi, hakkınızda yasal işlem başlatacağız dedi. Ben hala uçağa binmiş olmanın derin hazzıyla gülüyorum. Şurdan çıkalım o zaman dedim. Orası gümrük çıkamazsınız dedi. Ee enerden gidebiliriz dedim gidemezsiniz dedi. Ben sizin havayolu yetkilinizi arıyorum soracağım ben onlara dedi. Yok yok aramıyon onların bir suçu yok desek de gencecik sırım gibi adamları yanımıza çağırdılar. Ben hala ne olduğunu anlamıyorum. Arkadaşım heyecanla beni göstererek o uçaktan korkuyordu ilaç aldı kokpitte gitti, pilot da bizi en son indirdi dedi. Polis; hadi o ilaç aldı,  peki size ne oldu” dedi. Siz o kırmızı iplerden geldiniz değil mi dedi evet dedim, açtık geldik. Sonra yanındakine dönüp “bunlar üç kafadar iplerini koparıp gelmişler” dedi.

Bir tane memurla bir asansöre binip alt kata indik bizi bir arabaya bindirip” bunları taksi durağına bırakın” demek suretiyle,  resmen postaladı.
Ben olayı sonradan anladım,  o anda tek derdim uçuşun mutluluğunu yaşamaktı…
Şimdi herhangi bir ülkeye bilet bakıyorum, neresi olduğu önemli değil ama otobüsle gidilemeyecek kadar uzak olan bir ülkeye.
Çantamı hazırlayıp vizemi de aldıktan sonra kimseye boyun eğmeyeceğim” uçakla gitmeyelim,  otobüsle gidelim nolur”  diye. Hem yorgunluğun hem stresin hem uykusuzluğun hem uçağın sonucu olarak organizasyonun ikinci gününde tansiyonum yükseldi,  doktora gittim,  bir gün odadan çıkamadım.
Bu yazıyı hemen yazmak istiyordum ama yazarken bile öyle heyecanlandım ki, sakinleşmeyi bekledim. Hala o kalkış iniş anının coşkusunu yaşıyorum. Rüyamda hala uçuyorum.  Bu konuda derdi olup, bu yazıyı okuyan yardıma ihtiyacı olan herkese yardımcı olmaya kararlıyım. Ben uçtuktan sonra siz de uçarsınız.
Haa,  bu arada madem uçak korkumu yendim bunu da yapayım diyerek dalgıçlık kursu aldım otelde.  Kafamı bile suya zor sokan ben, havuzun içinde yakışıklı eğitmenle kucak kucağa yüzdük. İlk başta korkudan sıçan ben,  eğitimin sonuna doğru havuzun dibinde adamı mıncıklayınca eliyle yukarı çıkalım işareti yaptı, asla anlamında başımı salladım,  bu da korkularıma kapak oldu.
Yaşadığımı hissediyorum, hayat güzelmiş lan.
Balkondayım şu anda yukarılarda bir uçak sesi duydum, başımı kaldırdım. Biliyorum içeride mutlu mesut insanlar var; benim gibi...